Namibya notları ve gezmek isteyenler için tavsiyeler

Ölü Bataklık seyahatimizin en etkileyici yerlerindendi

“Bugüne kadar 50’den fazla ülke gezmişimdir ve henüz tatilimin yarısında olmama rağmen en çok etkilendiğim ülke Namibya oldu.”

400 metre yüksekliğindeki, ülkenin en yüksek kum tepesinde benimle mülakat yapan Reuters muhabirine bu cümleyi kurarken, Namibya dönüşünde bu yolculuğa dair bir yazı yazmaya karar vermiştim.

Son dönemde, hakkında Türkçe pek yazılmamış iki yere (Meksika Rivierası ve Namibya) seyahat ettikten sonra buralara dair notlarımın başkaları için de faydalı olacağını umuyorum.

İlk yazım önceki hafta döndüğüm Namibya üzerine, Meksika ise çok yakında…

Namibya hakkında

Namibya onlarca yıl süren, on binlerce kişinin ölümüne yol açan, Küba’nın en büyük yurt dışı askeri operasyonuyla destek verdiği (yaklaşık 40 bin asker) bir savaşın ardından 1990’da bağımsızlığını kazanmış, dünyanın en genç ülkelerinden biri.

Yüz ölçümü Türkiye’den yüzde 10 büyük olsa da nüfusu yalnızca 2,7 milyon.

Bu da onu Moğolistan ve Avustralya’nın ardından dünyanın en düşük nüfus yoğunluğuna sahip 3. ülkesi yapıyor.

Bu kadar büyük bir ülkede bu kadar az insan yaşayınca, karşınıza bakir bir doğa çıkıyor.

Ülkenin önemli bir kısmı milli parklara, hayvanlara ayrılmış ve bu alanlar ciddi bir şekilde korunuyor; bir kısmı da çölden ötürü yerleşime uygun değil..

Namibya ekonomisinin yedide birini oluşturan turizm de bu bölgelerde gerçekleşiyor.

Değeri Günay Afrika Randı’na sabitlenmiş Namibya Doları biz gezdiğimiz sırada 1.7 TL civarındaydı. TL habire değer kaybettiği için ABD Doları karşılığını yazmak daha faydalı olabilir: 1 ABD Doları 18.7 Namibya Doları ediyor.

Gezimize dair detaylı notları ve rotaları aşağıda, Namibya’ya gitmek isteyenler için tavsiyeleri ise en altta bulabilirsiniz.

Rota ve lojistik

Soldaki listeye en fazla 10 yer eklenebildiği için ziyaret ettiğimiz her yerin adını yazmadım ama yaklaşık rotamız böyleydi

Üzerinde iki adet çadır kurulabilen bir 4×4 araçla gezmek istediğimiz Namibya’da ilk durağımız başkent Windhoek’du. Ülkeye uçakla varan pek çok kişi için rotalarının ilk ve son durağı burası oluyor.

Türkiye’den doğrudan uçuş olmayan bu kente gitmek isteyenler için en ucuz rota bu sıralar Frankfurt-Johannesburg-Windhoek gözüküyor. En kısası ve rahatı ise, Etiyopya üzerinden tek aktarma ile gitmek.

Bir diğer popüler rota ise Güney Afrika’dan karayoluyla girip Windhoek’dan dönmek. Fakat biz araç kiralayacağımız için ve aracı aynı yerde teslim etmenin fiyat avantajı nedeniyle bunu tercih etmedik.

Bundan sonrası içinse kendimize üstünkörü bir rota hazırlamıştık:

Önce kuzeye Etosha Milli Parkı’na, ardından batıya İskelet Sahili’ne (Skeleton Coast), sonra güneye Swakopmund’a, son olarak da doğuya Ölü Bataklık’a (Deadvlei) gittikten sonra başkente dönmek. Az sonra okuyacağınız gibi, bu rota güzel sürprizlerle güzelleşti.

1. Gün: Windhoek

Namibya’da kaldığımız ilk mekanın barı

Uçağımız akşamüstü Windhoek’e indi ve 4×4 kiraladığımız şirketin ayarladığı araçla Chameleon Backpackers adlı uygun fiyatlı otele yerleştik. Tavsiyeler üzerine Joe’s Beerhouse’da yedik. Yol üzerinde bolca göreceğimiz kudu, springbok ve zebraların tadına burada baktık.

Başkenti görmeye hiç vakit ayırmadığımız için burayla ilgili bir tavsiye veremeyeceğim.

2. Gün: Araç kiralama ve Etosha Milli Parkı’na gidiş

Etosha Trading Post’taki havuzumuz

Sabah 9 gibi aracı kiralayacağımız şirkete gittik. Daha önce hiç çadırlı 4×4 kullanmadığımız için önce bir saate yakın araçla ilgili bilgi aldık, çadırları kurmayı ve kapamayı öğrendik.

Araç içinde her türlü mangal seti, tabak-çanak, uyku tulumu, yastık gibi yolculuk boyunca ihtiyaç duyabileceğimiz her türlü malzemeyle geldi. Buna ek olarak lastik tamir kiti ve ilkyardım kiti de vardı. Aracınızı kiralayacağınız yerin böyle bir yer olmasına özen göstermenizi tavsiye ederim, yanınızda götürmeniz gereken eşyaları epey azaltıyor.

İlk olarak yakınlardaki büyük bir süpermarkete girip buzdolabımızı ve ona ek olan izolasyonlu kutumuzu doldurduktan sonra öğlen saatlerinde Etosha’ya doğru yola çıktık.

Yolun büyük kısmı konforlu bir otoyoldan ibaretti.

İlk akşam Etosha’nın hemen dışındaki Etosha Trading Post adlı kampta kaldık.

Benzinliği ve marketi de olan, güzel de bir havuzu olan, tavsiye edebileceğim bir yerdi.

İlk gecemizde aracın elektriğini prize taksak da yanındaki düğmeyi yanlış pozisyona getirdiğimiz için buzdolabımızın enerjisi bitti. Bunu fark ettiğimizde ise sabahtı. Hangi tarafının açık, hangisinin kapalı olduğunu anlamanın imkansız olduğu bu düğmeleri, sonraki seferlerde önce cep telefonlarımızı şarja takarak deneyecektik.

3. Gün: Etosha

Etosha Milli Parkı’na girdikten sonra ilk durağımız Okaukuejo oldu. Benzin istasyonunun yer aldığı bu kasaba, Etosha içinde aracınızı terk edebileceğiniz sayılı yerlerden.

Etrafta çok fazla hayvan olduğu için Etosha genelinde araçlardan inmek yasak. Zira görevlilerin dediği gibi, siz aslanları göremeyebilirsiniz ama onlar sizi görürler.

Sonrasında Okaukuejo’nun batısında yer alan Etosha Pan’e ilerledik. Burası dev bir tuz gölü. Fakat yağmurlu mevsimlerde suyla da dolabiliyor. Bu yolda ilk zebra ve orikslerimizi gördüğümüzde heyecanla durup baksak da ilerleyen saatlerde bu sıradan bir manzara haline gelecekti.

Etosha Pan’in güneyinden ilerleyen toprak yollar çok tırtıklı olduğu için aracı epey yavaş kullanmamız gerekiyordu.

Halali ve Etosha Pan Lookout’ta mola verdikten sonra aynı yolu geri dönerek parkın batı ucundaki kampımız Olifantsrus’a doğru yola çıktık.

Yolculuğun bu kısmında çok daha çeşitli hayvanlar görmeye başladık. Zürafalar, aslanlar ve uzaktan dürbünle izlediğimiz fil bunlardan bazılarıydı.

Yanında küçük bir gölcüğü bulunan ve bu sayede çitlerin ötesinden çok sayıda vahşi hayvan görebileceğiniz Olifantsrus’a vardığımızda, çok güzel bir gün batımı manzarası bizi karşıladı.

Düşük sezonda gitmenin rahatlığıyla rezervasyon yapmadığımız bu mekanda kolayca yer bulduk.

Burada da kamp kurup yanımızdaki son etleri de burada pişirdik. Zira Etosha Milli Parkı’na dışardan et sokabiliyorsunuz fakat dışarı et çıkarmak yasak.

4. Gün: Damaraland

Etosha’yı terk etmek için yola çıktığımızda, milli parkın bize yaşatacağı en unutulmaz anların bizi beklediğini tahmin edemezdik.

Bunlardan ilki, yolun yakınlarında gördüğümüz 10-15 filden oluşan bir aileydi. Yolda aracımızı durdurduğumuzda, bizi fark edip yolun ilerisinden geçmeye karar verdiler ve biz de bu sefer önceki günden çok daha yakın mesafeden, yaklaşık 50 metreden onları dürbünle izledik.

Yola devam ettikten yarım saat sonra önümüzdeki bir aracın durduğunu fark edip biz de hemen arkasında durduk. Yolun sağ tarafındaki bir fil ailesini izliyorlardı.

Fil ailesi araçlarımızın hemen önünden geçerek, fark etmeden hemen yanında durduğumuz, yolun sol tarafındaki bir havuza girdi ve üzerlerine su püskürtmeye başladı.

Fillere korkutucu bir şekilde yakındık. Fakat bir yandan da onlara yaklaşmamış olmamızın, onların bize yaklaşmış olmalarının rahatlığı vardı.

Yine de araç geri viteste ve elim marşta bekliyordum. Yeterince sulandıktan sonra tekrar yolu geçerken, yanında yavrusu olan dev bir anne aracımızın önünde durup kulaklarını kaldırıp gözlerimizin içine bir saniyeliğine baktığında o an bize 30 saniye gibi geldi. Fillerin geldikleri gibi gitmelerini de izledikten sonra bir sonraki durağımız Damaraland’e devam ettik.

Milli Park’tan çıktıktan birkaç saat sonra yol üzerindeki az sayıdaki benzinliklerden birinin bulunduğu Kamanjab’da depomuzu doldurduktan sonra, keyifli bir toprak yolda saatlerce sürerek Damaraland’e vardık.

Burası kaya yapıları ve renkleriyle Mars’ı andıran, savanla çöl arasında bir geçişin görüldüğü etkileyici bir coğrafya.

Google Maps’ten bakarak bulduğumuz Mowani Campsite’ta yer kalmadığını öğrenince biraz endişelendik. Kamp yerine otellerinde kalmamız da imkansızdı zira gecelik kişi başı 200 sterline yakın bir ücretleri vardı.

Kapıdaki görevlinin tavsiyesi üzerine birkaç dakika mesafedeki Desert Elephant Campsite’ta ise şansımız yaver gitti. Kampın işletmecisi Lesley, “Ödemeyi falan boşverin şimdi, manzarayı izlemeye koşun” dedi.

Kampın altına kurulduğu tepenin üstüne çıktığımızda, muhteşem bir gün batımı manzarası bizi karşıladı. Uçsuz bucaksız bir düzlemde toprak rengi kayaların önce kızartıp sonra pembeleştiren bu günbatımı karşısında neredeyse dilimiz tutuldu. Birbirimizle konuşmaktansa, sessizce yanımızda getirdiğimiz içkileri içtik.

Gökyüzünün maviliğine bakmayın (telefonun yapay zekası yapıyor) gece dolunayla ortalık böylesine aydınlıktı

Aynı şeyi akşam dolunay altında aynı tepeye çıktığımızda da yaşadık. Işık kirliliğinin sıfıra yakın olduğu bu bölgede ay ışığı, görebildiğimiz yer yeri aydınlatmaya yetiyordu.

Manzarası ve uygun fiyatıyla çok beğendiğimiz bu mekanın tek dezavantajı aracın buzdolabı için elektrik bağlantısının olmaması ve kredi kartı geçmemesiydi.

Namibya’da neredeyse her yerde kart geçiyor. Bizim dört gün boyunca gördüğümüz kart kabul etmeyen ilk yer burası oldu. Fakat bundan ders alarak sonraki günler için yanımızda daha fazla nakit taşımaya başladık ve bunun da çok büyük faydasını gördük.

5. Gün: Twyfelfontein ve İskelet Sahili’ne giriş

Bizi gezdiren rehber buraya 1947’de yerleşen David Lein’in, kayaların arasından çıkan su kaynağının istikrarsız olması nedeniyle kaynağa bu adı verdiğini anlattı.

Fakat aynı kaynak binlerce yıl önce çok sayıda göçebe kabileyi etrafına toplayacak kadar suya sahipmiş.

Buraya gelen insanlar nesiller boyunca çocuklarına öğretmek için kayalara hayvan resimlerini ve yanlarına da ayak izlerini kazımış.

Ayrıca bir harita çizerek nerede hangi su kaynağının olduğunu, etrafına hangi hayvanların geldiğini ve hangi göletlerin sadece yağmur yağınca oluştuğunu da kendilerinden sonrakilere aktarmışlar.

Bölgenin tek benzinliğini bulunduran Twyfelfontein Country Lodge’un içinde de kaya resimleri görebilirsiniz

Bunların yanı sıra bir de şamanların çizdiği hayvanlar ve desenler var.

Burayı gezerken bize olduğu gibi rehber sizi su kaynağına çıkarmazsa orayı kendiniz gezeceğini söyleyin ve hem su kaynağını, hem de tepenin üstünde devam eden büyük kaya resimlerini inceleyin.

Buradan ayrıldıktan İskelet Sahili’ne doğru yola çıkmadan önce bölgenin tek benzinliğinde hem depomuzu doldurduk hem de aracın arkasına atmak için ek bir bidon aldık.

Çünkü İskelet Sahili’nde tek bir benzinlik bile yok.

İskelet Sahili’nin giriş kapısı

Twyfelfontein’den İskelet Sahili’ndeki tek konaklama yeri Terrace Bay’e gidip, oradan da güneye doğru inerken ilk benzinliğe ulaşmamız 505 kilometre edecekti ve aracımızın menzili 500 kilometreydi.

Siz de bu rotayı yapacaksanız aynı şeyi tavsiye ederim.

Bu arada yüksek sezonda İskelet Sahili’nde Torra Bay adlı bir balıkçı barakasında kalmanın mümkün olduğunu da ekleyeyim.

İskelet Sahili Milli Parkı’nın giriş kapısında görevliler yine rezervasyonumuzu sordu ve yine rezervasyonumuz yoktu. Çünkü Terrace Bay’deki tek mekan devletin işlettiği bir turizm kuruluşuna aitti, sadece telefonla rezervasyon yapılabiliyordu ve telefonlara sadece hafta için mesai saatleri içinde bakıyorlardı.

Bunun üzerine kapıdaki görevliler lobideki tanıdıklarını aradı ve şansımıza sadece boş bir ev kaldığını söylediler, biz de o evi tuttuk. Telefonu kapatırken “Birkaç dakikaya yanınıza varırlar” dediklerinde, bu ülkedeki insanların zaman algısının bir garip olduğunu tekrar anladık. Çünkü kapıdan Terrace Bay’e yol 2 saate yakın sürüyordu.

Bir tarafımızda kum dağları, öbür tarafımızda denizden oluşan keyifli bir yoldan geçtik ve 3 gün aradan sonra sırtımız yatak, valizlerimiz oda, elektronik eşyalarımız bolca priz gördü.

Hem mekan hem coğrafya dünyanın sonuna gelmişiz gibi hissettiriyordu. Kilometrekareye üç insan düşen ülkenin, kilometrekareye sıfır insan düşen bölgesindeydik.

Sahildeki sayısız iskeletten biri

Geçen yüzyılın ortalarında maden ve elmas bulma girişimlerinde çalışan işçiler için inşa edilen bölgenin birkaç yapıdan oluşan tek yerleşimi, maden bulunamaması üzerine turizme açılmış.

Bizim gibi sıra dışı yerleri görmek için gelenler dışında ülke içindeki beyazların en sevdiği aktivitelerinden olan balıkçılık için gelenler de var.

Mekanın tek restoranında güzel bir günbatımı manzarası var. Tüm duvarlar ve tavanlar gelen ziyaretçilerin yazılarıyla kaplanmış. Çok detaylı bakmadık fakat göz gezdirdiğimizde Türkçe bir yazı göremedik.

O gece sohbet ettiğimiz bir adam, iki günde 70 balık yakaladığını anlatmıştı.

6. Gün: Cape Cross ve Swakopmund

Foklara kokudan ötürü ancak bu kadar yaklaşabildik

Yataklarımıza veda ettikten sonra Swakopmund’a 360 kilometrelik yolculuğumuza başladık. Sahile paralel dümdüz giden bu yol boyunca balık tutma noktalarının yanı sıra eski bir batığın kalıntılarını da görebilirsiniz.

Buralarda verdiğimiz molaların ardından ilk hedefimiz olan, dünyanın en büyük fok kolonisi Cape Cross’a ulaştık.

Fokların kötü koktuğunu söylemişlerdi ancak arabamızın camını açtığımızda bir saniyeliğine burnumuza çarpmasının bile panikle camı kapamamıza yettiği bu kokuyu tarif etmek çok zor.

Hayal edilemeyecek iğrençlikte bir koku. Daha önce kokladığınız hiçbir kokuyla alakası olmayan, lağım kokusunun yanında parfüm sayılabileceği bir koku.

Öyle ki, orada geçirdiğimiz yarım saatte dayak yemişçesine yıprandık, benzimiz soldu, yaşam enerjimiz çekildi.

Foklara meraklıysanız oraya girerken arabanızın klimasını sadece içerden hava alacak şekilde ayarlayın ve asla camınızı açmayın.

Kokunun nedenlerini sorduğumuzda, fokların kuma işemesinin yanı sıra dev kolonide ezilerek ölen çok fok olmasının ve leşlerin etrafta kalmasının da bu kokuya yol açtığını söyleyenler oldu.

Saatler sonra Swakopmund’a vardığımızda hâlâ kendimize gelememiştik ve yeterince dinlenebilmek için orada iki gün kalmaya karar verdik.

Sahilde yan yana iki kamp yerinden Tiger Reef’in tuvaletleri kötü koktuğu için Alte Brücke’de kaldık.

İlk akşam Altstadt adlı Alman bira bahçesinde güzel deniz ürünleri yedik.

7. Gün: Flamingolar ve kum tepesinde vücut sörfü

Yoldaki yedinci günümüz “Bugün kendimizi çok yormayalım” derken yine sıra dışı geçen bir gün oldu.

Önce Swakopmund’un araçla yarım saat güneyindeki Walvis Bay’e giderek Flamingo Lagünü ve Pembe Göl’ü gezdik.

Sonrasında, çölde terk edilmiş demiryolları ve tren vagonlarını görelim derken kendimizi Dune 7 adlı, ülkenin en yüksek kum tepesinde bulduk.

Burada 10 yıldan daha uzun süredir ATV, kum boardu (snowboardun kumda yapılanı), sunta üstünde bodysurf, dağ motosikletleri gibi heyecanlı aktiviteler düzenliyorlar.

Bizimle aynı anda mekana giriş yapan elleri kameralı bir grup ise mekandakilerle röportaj yapmak istediklerini söyleyip bize yöneldiler.

O haftaki Namibya cumhurbaşkanının cenaze törenini takip etmek için Güney Afrika’daki bürolarından gönderilmişken bir de turizm haberi yapalım demişler.

Konuşmayı kabul ettik ve görevliler hep birlikte bizi ATV’leriyle kum tepesinin zirvesine çıkadılar.

Altı cilalı bir suntayla yapılan vücut sörfünü denemenizi kesinlikle tavsiye ederim. Bir diğer tavsiyem de, sizi kaydıracakları yokuşta ATV teker izinin olmamasına dikkat edin. Yoksa üstünden geçerken epey hoplatıyor.

Meslektaşlarımızla vedalaştıktan sonra Swakopmund’a geri dönüp, resepsiyondakilerin önerdiği iki güzel deniz ürünü restoranından biri olan The Tug’da, açık havada deniz manzarasıyla güzel bir yemek daha yedik. Önceki akşamki yer gibi bu da rezervasyon istiyordu fakat açık hava kısmına rezervasyon gerekmiyor. Bize tavsiye edilen son mekan olan Ocean Cellar’ı ise siz bir gün denerseniz aşağıda yorumlara yazabilirsiniz.

8. Gün: Ölü Bataklık’a giden yol: Solitaire ve Sesriem

Ülkenin en büyük sahil kenti ve en büyük ikinci şehri olan Swakopmund’u ardımızda bırakıp Sesriem’e 350 kilometrelik yolculuğumuza başladık.

Önce asfalt, sonra mıcır, ardından toprak olarak başlayan yol, ilerleyen saatlerde tırtıklı ve sarsıcı bir hal aldı.

Yolda Oğlak Dönencesi’nden geçerken Barış Manço’yu da andık

Bir yerde ise tepeleri aşıp kanyonlara girdiğimiz, sürüşü zor olsa da manzarası güzel olan bir coğrafyayla karşılaştık.

Saatlerce sürdükten sonra ilk benzinliğimiz olan Solitaire’e ulaştık.

Solitaire’in girişi

Bir kasaba beklerken karşımızda bir Hollywood seti bulduk.

Mekanın sıra dışı bir hikayesi var:

Geçen yüzyılın ortalarında, orta yaş bunalımına giren 40 yaşındaki bir Hollandalı yapımcı, yapım şirketini satarak Güney Afrika’ya uçmuş ve külüstür bir araba kiralayıp kıtayı gezmeye karar vermiş. Namibya’nın doğasına aşık olup, 4 nüfuslu Solitaire’e yerleşmiş, burayı görsel olarak etkileyici bir mola tesisine çevirmiş. Mekandaki mağazada satılan kitabın arkasında yazanların özeti böyle.

Burada depomuzu doldurduktan sonra Ölü Bataklık’tan önceki son yerleşim yeri olan Sesriem’e vardık.

Burada konaklamanızın iki yolu var: Akşam 7’den önce vardıysanız ulusal park kapısından giriş yapıp, bu ulusal parka da paranızı ödeyip içerdeki iki kamptan birine yerleşebilirsiniz. Biz yine şanslıydık ve kamplardan daha güzel gözükeninde (Sesriem Oshana Camp) son boş yere yerleştik.

Burası aynı zamanda dünyanın en eski çölü olan Namib Çölü

İskelet Sahili’nde olduğu gibi burada da hükümete ait Namibia Wildlife Reserve’in (NRW) işlettiği bir mekan da var.

Mesai saati bittikten sonra gelenler içinse tek kamp yeri, kapının dışındaki Sossus Oasis. Kendi benzinliği ve marketi de olan bu mekanı, havuzlu tarafında yer kalmadığı için tercih etmemiştik.

Gün batımını Elim Dune’da izledikten sonra kampımıza döndük.

Gün batımını izlediğimiz yer

Ayın yarımaya yaklaşması ve daha geç doğması sayesinde ilk Samanyolu manzaramızı da burada gördük.

Cep telefonu maalesef Samanyolu’nun hakkını veremiyor ama en azından bir fikir verecek kadar çekebiliyor

9. Gün: Ölü Bataklık

Sabah erkenden kalkmanızı tavsiye edeceğim tek gün, Ölü Bataklık’a doğru yola çıkacağınız gün olur. 40 derece civarındaki öğlen sıcağındansa biraz daha erken bir saatte gezmek daha rahat.

Biz bunu planlayıp alarm kurmasak da, güneşin ilk ışığıyla gözümü açtım.

Ekibin en uykucusu olan ben bile 6:50’de kalkınca, erken toparlanıp kahvaltı yapmadan yola çıktık.

Ölü Bataklık’a yaklaşık 45 dakika süren yol boyunca kurumuş nehir yatakları ve kum tepelerinden oluşan etkileyici bir manzara içinde ilerledik.

Yolun son 5 kilometresi ise kum. Burada aracınızı 4×4 moduna almanız gerekiyor. Ayrıca lastiklerinizi indirmeniz tavsiye ediliyor.

Araç kitapçığını açıp lastik basıncını kaça indirmemiz gerektiğini görmek aklımıza gelmediği için “bir deneyelim” diyerek girdiğim kum yolu, zor da olsa saplanmadan tamamlamayı başardık.

Aracımızı park ettikten sonra önce kum tepesine tırmandık, ardından da Ölü Bataklık’a indik.

Bu mekanın günümüzdeki iklim krizi için de ibret olabilecek bir hikayesi var:

900 yıl önceye kadar bu mekan, etraftaki nehirlerin akarak son bulduğu bir bataklıkken o dönemde iklim bir anda değişiyor.

Her şey o kadar hızlı kuruyor ki, ağaçların çürümesini sağlayabilecek canlılar veya bakteriler bile kalmıyor orada.

Böyle olunca ağaçlar dikildikleri yerde kaskatı kesilip kömüre benzer bir yapıya geçiyorlar ve 900 yıldır da aynı formlarını koruyorlar.

Bölgede iklimin tekrar değişmesiyle bugün, aynı mekanda yeşermiş çeşitli bitkiler de görmek mümkün.

1.5 saatlik yürüyüşümüzün ardından otoparkın yanındaki dev ağacın altındaki pinkik masasında mola verdik.

Daha önce biz tavsiye edildiği üzere masamızda lens kaplarına su koyduğumuzda çok sayıda minik kuş masamıza inerek su içmeye başladı. Yakınlarda su kaynağı olmadığı için kuşların tek su kaynağının bölgeye gelen turistler olduğunu duyduk.

Bundan daha çok keyif aldığımız şeyse, öğlen sıcağının ortasında arabamızın buzdolabından çıkardığımız buz gibi biraları, onlarca Alman turistin hayran bakışları altında içmekti.

O kuru sıcakta içtiğimiz bira, hayatımdaki en güzel biraydı.

Lens kabı, kuşlar (kadrajda iki tane olduğuna bakmayın 20-30 tane geliyordu masaya) ve hayatımın en güzel birası

Kuru sıcak demişken, seyahat için yanınıza güneş kreminin yanı sıra nemlendirici ve burnunuzun içi için okyanus spreyi almanızı tavsiye ederim.

Hava o kadar kuru ki, duştan çıktığınız anda kuruyorsunuz, nemlendirici sürdükten 5 dakika sonra hiç sürmemiş gibi hissediyorsunuz, burnunuzun içi ise sprey kullanmazsanız kuruluktan çatlamaya ve kanamaya başlıyor.

Dönüş yolunda, Sesriem’i terk etmeden önce gördüğümüz Sesriem Kanyonu ise, Ölü Bataklık’ın ardından o kadar etkileyici gelmedi.

Aslında çok güzel olan bu yeri, bizim yaptığımız gibi sonrasında değil öncesinde ziyaret ederseniz daha fazla keyif alabilirsiniz.

Sesriem Kanyonu

Böylece öğleden sonra Namibya listemizdeki her yeri tamamlamış olduk. Geriye hâlâ 3 gecemiz daha vardı. Biz de Windhoek’a 2 günde dönmek yerine, havuzlu kamplarda keyif yaparak 3 günde dönmeye karar verdik.

Böylesine ek bir süre koymak faydalı, çünkü bir yerde bir şeyler ters gitseydi (örneğin İskelet Sahili’nde yer olmasa ve o geceyi dışarda geçirip sonraki gün girmek zorunda kalsak) hâlâ yeterli zamanımız olacaktık.

Ülkenin geri kalanında görmek istediğimiz yerlerden olan fakat çok sapa olduğu için rotamıza eklemediğimiz, kumların ele geçirdiği terk edilmiş Elizabeth Bay kasabası ve dünyanın en büyük ikinci kanyonu olan Fish River da geri kalan sürede gezmek için çok uzaktı.

Dönüş yolumuzda ilk durağımız Weltevrede Guest Farm oldu.

O kuru havada havuzlu mekanlar bir vaha gibi geliyor.

Öte yandan bu havuzlar, hijyen takıntılı kişilerin haz almayacağı türden. Klorlu olsalar da su yüzeyinde bolca böcek ölüsü yüzüyor. Bazen suyun içinde canlı böcekler de görebiliyorsunuz. Ama 40 derecelik çölde bunlar bizim için küçük birer ayrıntıydı.

10. ve 11. günler: Başkente dönüş yolu

İkinci gün de başkent yolu üzerinde ikinci havuzlu durağımız olan, Google Maps’ten bulduğumuz Camp Rooiklip’e doğru yola çıktık.

Önceki günkü gibi o gün de varmadan önce rezervasyon yaptırmak istedik fakat telefonumuzun dakikası bittiği için arayamadık ve düşük sezonda olmamızın da verdiği rahatlıkla kampımıza vardık.

Bu arada Google Maps buranın dağ yollarında 100 kilometreyle gidileceğini hesaplıyor olabilir ama ana yoldan ayrıldıktan sonra, önce taşlı bir toprak yolda, ardından da uzunca bir süre dere yatağıyla dağ tepesi arasında değişen ve 20 kilometre hızı aşmakta zorlandığımız bir yolda ilerledik.

Hız sınırı tabelasının bir sıfırı fazlaydı

Vardığımızda, “Yolun bu kadar sarsıntılı olacağını bilsek gelmezdik” diye düşünüyorduk ve dahası boş yerlerinin olup olmadığını da bilmiyorduk.

Bizi karşılayan görevli, sadece iki haftadır Google Maps’te olduklarını, iki yıl önce kendilerini ziyaret eden bir influencer’ın burayı Güney Yarıküre’nin en güzel kamp alanı ilan etmesinin ardından iki yıldır tek bir boş yerlerinin olmadığını söylediğinde önce hayal kırıklığına uğradık fakat birkaç saniye sonra ağzından çıkan “Ve ilk defa bu gece tamamen boşuz” cümlesiyle rahatladık.

Mekanın havuzu

Üzerimizde, sadece nakit kabul eden mekanın fiyatı ve bize yetecek kadar biraya verebileceğimiz miktarda nakit vardı.

Dönüş yolunda Solitaire’de nakit çekmeyi unutmuştuk, siz unutmayın.

25 yıl önce bu çiftliği satın alan ve günümüzde 70’li ve 80’li yaşlarında olan işletmenin sahibi çifte, yıllar içinde buraya gele gide mekana aşık olmuş kampçılar her yıl 1-2 ay nöbetleşe kalarak yardımcı oluyor.

Mekanın araçla kalınabilecek üç kamp alanı var. Biz üç numaralı olan mağaranın içinde kaldık.

Fakat bir numaralı olanının gölgeli hamağının olduğunu, sonraki sabah güneş yüzünden erken uyandığımızda fark ettik.

Kayaların içine oyulmuş açık hava duşları ve klozetlerini de Samanyolu manzarasında kullanmak keyifliydi.

Bir diğer Samanyolu denemesi

Son günümüzde ise Windhoek’a bir saat mesafedeki Prospect Guest Farm’a doğru yola çıktık. Yol boyunca tek bir yerleşim yeri, benzinlik veya ATM yoktu.

Prospect’in pek de sevimli gözükmeyen bu gölünün yanı sıra bir de havuzu var

Dağları tırmandığımız ve geçitlerden geçtiğimiz bu keyifli sürüşün ardından, yine kredi kartı kabul etmeyen bu mekana uluslararası havale yaparak para gönderebilirdik.

Mekanın bir restoranı olmasa da, pişirmek isteyenler için yeni avlanmış oriks eti satıyorlardı.

Bir gölün kenarındaki kamp alanı, hafta sonları Windhoek’dan buraya kaçan arkadaş grupları ve ailelerle doluydu.

Son gecemizi de burada geçirip sabah 10 gibi arabamızı teslim ettikten sonra, öğlen 2’deki uçağımıza rahat bir şekilde yetişip bu güzel seyahatimizi noktaladık.

Tavsiyeler

Yanınızda götürmeseniz bile Windhoek’a varınca mutlaka güneş kremi, nemlendirici, burun spreyi, adaptör (Güney Afrika’dakinin aynısı olan garip üçlü bir priz kullanıyorlar), Etosha’ya gidecekseniz deet’li sinek kovar ve sıtma kremi almayı unutmayın.

Ayrıca ülkeyi ziyaret etmeden yapmanız gereken aşıları da birkaç hafta öncesine kadar yapmanız gerekiyor. İngiltere’den gidişte difteri, hepatit a, tetanoz, tifo, kızamık, kızamıkçık ve kabakulak aşıları olduk (son üçü tek bir aşıda).

İnternet için aracı kiraladığımız yer bize bir 4G modem verdi, siz de aracınızla birlikte talep edebilirsiniz.

Son olarak, herkesin lastik patlatmaktan bahsettiği yollarda lastiğimizin bir kere bile patlamamasını usta şoförlüğümüze yoruyorduk fakat kiralama şirketi, biraz daha pahalı olmasına rağmen patlamalara karşı çok dirençli bir lastik türü kullandığını söyledi. Aracınızı kiralarken lastik türünü de sorabilirsiniz.

Google Maps’ten Namibya’nın gezeceğiniz kısmını telefonunuza indirin. Ülke genelinde internet erişimi iyi sayılır fakat ücra yollarda çekmeyen çok fazla bölge de var.

Maliyet

Bu yolculukta Namibya öncesinde Cape Town’ı gezmiştik. Oradaki harcamaları çıkarınca, seyahatimizin Namibya ayağı kişi başı 1.700-1.800 sterline mal oldu. Bunun 777’si gidiş dönüş uçuşu, 300’ü araç kiralaması tuttu. Dört kişilik çadır kapasitesine sahip aracı üç kişi kiraladık, dört kişi kiralandığında daha ucuza gelecektir.

Turistler için Namibya’nın, diğer komşularına kıyasla daha ucuz bir ülke olduğunu duymuştuk.

Her gün yüzlerce kilometre yol yapıp, iki gece otelde kalıp (Windhoek ve Terrace Bay), bolca yiyip içtiğimizi de düşününce fena sayılmaz.

Uncategorized içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Kargu-2: BM raporuna giren ilk otonom SİHA hakkında neler biliniyor?

Türkiye’de üretilen Kargu-2 adlı silahlı insansız hava aracı (SİHA) bu ayın başında dünya basınının gündemindeydi.

Mart ayında yayımlanan bir Birleşmiş Milletler (BM) raporuna atıf yapılan “Katil robotlar aramızda” başlıklı haberlerde Kargu-2’nin yapay zeka ile hedeflerini vuran ilk SİHA olduğu, bunun geçen yıl Libya’da yaşandığı aktarıldı.

Peki BM raporunda neler yazıyordu? Kargu-2’nin özellikleri neler? Otonom sistemler neden etik tartışmalara yol açıyor?

Kargu-2 hakkında merak edilen sorulara yanıt aradık.

Devamı: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-57586692

Uncategorized içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Merkez Bankası: TCMB rezervlerindeki düşüş ne anlama geliyor?

Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın (TCMB) net döviz rezervleri 10,7 milyar dolara geriledi. Reuters haber ajansı bunun 2003’ten bu yana en düşük seviye olduğunu aktarıyor.

Peki net döviz rezervlerinin önemi nedir ve bu düşüş ne anlama geliyor? Uzmanlara sorduk.

Devamı: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56698900

Uncategorized içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Üniversitede sahte bilim kongresi!

Sahte bilim olarak kabul edilen ancak AKP’nin yasal düzenlemeleriyle “tamamlayıcı tıp” olarak kabul edilen homeopatinin Ege Üniversitesi’nde kongresinin düzenlenmesi tepki çekiyor. Yurttaşlar kongreye karşı kampanya başlattı

homeop17.08.2015

Ege Üniversitesi’nde 27-29 Kasım tarihleri arasında düzenleneceği açıklanan 1. Uluslararası Katılımlı Homeopati Kongresi tepki çekti. Bilim camiasında sahte bilim olarak kabul edilen homeopatinin kongresi için hazırlanan sitede Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz ve Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ulvi Zeybek’in davet mektupları yer alıyor.

TTB protesto etmişti

British Medical Journal’da yayınlanan araştırmalara göre herhangi bir faydası olmadığı kanıtlanan homeopatinin tedavi yöntemi olarak kullanılmasının etik kuralları ihlal ettiğine yönelik eleştiriler dünyadaki pek çok sağlık örgütü tarafından dile getirilirken Türkiye geçen yıl beklenmedik bir hamleyle homeopatiyi “tamamlayıcı tıp” statüsüne sokmuştu. “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği”ne karşı açıklama yapan Türk Tabipleri Birliği “Umut tacirliği ahlaki de, hukuki de değildir” ifadelerini kullandığı açıklamasında homeopatinin tıp fakültesinde dersinin anlatılmadığı, bilimsel olarak geçerliliği kabul edilmemiş, hatta hastaya zarar vermeyeceğine dair bilgiye de sahip olunmayan pek çok uygulamanın bu yönetmelikle kamu hastanelerinde uygulanabileceğine dikkat çekmiş; esas amacın insanların sağlığını ve hastalığını ticari bir meta haline getirmek olduğunu ifade etmişti.

İmza kampanyası

Ege Üniversitesi ve Klasik Homeopati Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği bu kongreye karşı yurttaşlar imza kampanyası başlattı. “Üniversiteler her dalda bilimi ve eleştirel düşünceyi öğrencilerine öğretmekle ve bilimsel gelişmeleri halka aktarmakla sorumludur. Ege Üniversitesi’nin bir sözdebilim olan homeopatiye değil, kanıtlanmış tıbbi tedavilere destek vermesi gerekmektedir. Ege Üniversitesi’nin bu kongreyi iptal etmesi bilimsel saygınlığını koruması için şarttır. Üniversiteler bilim yuvasıdır, sözdebilim yuvası değil” ifadelerinin yer aldığı kampanyaya yüzden fazla imza verildi. Kerem Kaynar tarafından başlatılan kampanyaya chn.ge/1DZoOPF adresinden erişilebilir.

DSÖ de karşı

Dünya Sağlık Örgütü de 2009 yılında bir çağrı yaparak “Gelişmekte olan ülkelerde HIV, tüberküloz ve malarya gibi hastalıkların tedavisinde homeopatinin kullanılması endişe uyandırmaktadır. Homeopati ve bu hastalıklarda ne de grip, ishal gibi hastalıklarda tavsiye ediyoruz. Bilimsel yöntemlerle faydası ispatlanmamış yöntemlerin hastalık tedavisi için kullanılmaması gerekir” demişti.

Homeopati nedir?

Homeopati 18. yüzyılda Alman doktor Samuel Hahnemann tarafından “Çivi çiviyi söker” inanışıyla geliştirilmeye çalışılan bir tedavi yöntemi. Bu yönteme göre bir hastalığın belirtilerini ortadan kaldırmak için sağlıklı insanlarda aynı belirtileri yaratan bir başka madde kullanmak gereklidir. Örneğin modern tıp ateş, titreme ve terleme gibi belirtileri olan sıtma hastalığını kinin içeren ilaçlarla iyileştirirken homeopati yönteminde sıtma olmuş hastaya, sağlıklı insanlara verildiğinde onları terleten, titreten ve ateşlendiren maddeler vermek gerekir. Uykusuzluğun tedavisi için kahve, kaşıntının tedavisi için ısırgan otu, sivilcelerin tedavisi için şarbon hastalığına yakalanmış koyun dalağı, grip tedavisi için arsenik, radyasyon zehirlenmesi tedavisi için plutonyum kullanımı önerilir.

Homeopatinin ikinci özelliği de seyreltmedir, zira bu maddeler seyreltilmediği müddetçe alan kişiyi doğrudan öldürebilir. Homeopatik ilaçların üretimi için kullanılacak madde su veya alkolle karıştırılarak tentür adı verilen bir sıvı karışım elde edilir. Hahneman tarafında pek çok ilaçta tavsiye edilen derişim 1060 birim suya karşılık 1 birim etkin madde kullanımıdır. Yalansavar.org sitesindeki hesaplamaya göre hastanın başlangıçta kullanılan etkin maddeden tek bir molekül alabilmesi için 1041 tablet (dünyanın kütlesinin milyar katı) ya da 1034 litre sıvı çözelti (Dünyanın hacminin 10 milyar katı) tüketmesi gerekli. Bu da satılan ilaçların tamamının sudan oluştuğu anlamına geliyor. Ancak homeopatlar su moleküllerinin birer hafızası olduğunu, içlerinde etkin madde kalmamış bile olsa zamanında içlerinden geçmiş o etkin maddeyi hatırlayarak içine girdikleri vücudun bağışıklık sistemine o maddeye dair hatıralarını aktarıp iyileştirme sürecini başlattığına inanıyor.

Haber içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Filistin’i işgal etmem dedi, 6. defa hapis cezası aldı

ramon

30.07.2015

İsrailli savaş karşıtı ve vicdani retçi Edo Ramon, orduya katılmayı reddettiği için altıncı defa hapis cezası aldı. 18 yaşındaki Ramon, bugüne kadar toplam 65 gün hapiste yatmıştı.

Geçen hafta verilen cezada Ramon’un 20 gün daha askeri hapishanede yatması öngörülüyor. İsrail daha önce de pek çok savaş karşıtı ve vicdani retçiye hapishanede işkence ederek dirençlerini kırmaya çalışmıştı.

Edo Ramon, dünyadaki herhangi bir orduya katılmak istemediğini, özellikle de Filistinlilere baskı uygulayan ve onların topraklarını işgal eden İsrail Ordusu’na katılmayacağını açıklamıştı.

New Profile ve Af Örgütü Ramon’a özgürlük için kampanya başlattı: bit.ly/1MvLHNj

Haber içinde yayınlandı | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın