Oy vermenin ötesinde: Temsili demokrasinin krizi

Jérome E. Roos
BirGün için çeviren: ONUR EREM

Siyasal sistemimizin derinliklerinde çok büyük bir problem yatıyor. İnsan türü bugüne kadar karşılaştığı en büyük sorunla (aynı anda varolan finansal, toplumsal, ekonomik, siyasal çevresel ve ruhani krizler) yüzyüze olmasına rağmen hiçbir şey değişmiyor. Eski ritüellerimizi sürekli tekrarlamaktan başka bir şey yapamıyoruz. Nevrotik bir kumarbaz gibi aynı kartları kararak farklı sonuçlar almayı bekliyoruz.

Kapitalist sistem tam da çekirdeğin çatırdarken, siyasal ortam korkunç bir kabus halini aldı: alevler içindeki evimizin içindeyiz, ev üzerimize çökerken kapıya koşuyoruz ama ne kadar koşarsak koşalım koridorun sonundaki kapı daha da uzaklaşıyor. Ardından ev üzerimize çöküyor, bütün sesimizle haykırarak yardım çağırıyoruz ancak kimse bizi duymuyor. Bir daha haykırmaya çalıştığımızda aslında sesimizin hiç çıkmadığını farkediyoruz. Sonrasında bütün sesler yokoluyor.

Eğer şanslıysanız bu noktada uyanıp her şeyin bir rüya olduğunu farkedersiniz. Bu rüyanın adı ise temsili demokrasi. Bu rüyaya inanmamız gerektiği hepimize öğretildi, adeta kafamızın içine yerleştirildi ve bu yüzden ondan bir türlü kopamıyoruz. O kadar güzel bir rüya ki onu bütün dünyaya yaymak için mücadele verdik. O kadar güçlü bir rüya ki onu insanların kafasına (bomba atarak da olsa) yerleştirmek istiyoruz.

Ama bu rüya zamanla bir kabusa dönüştü. Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman’un dediği gibi “siyaset ve iktidarın birbirinden görünür bir şekilde ayrılmasına tanık oluyoruz”. Finans kapital kanatlarını dünyanın dört bir yanına uzatırken siyaset (ya da “neyin yapılacağına karar verme yeteneği”) ulusal ölçekte kalan iktidar (ya da “bir şeyleri yapma yeteneği”) küresel akıntıların içinde buharlaşıp gidiyor.

PİYASANIN GÜCÜ KARŞISINDA EĞİLMEK

Bauman’ın da önemli bir şekilde açıkladığı gibi iktidar sahipleri (yani küresel sermaye akışını kontrol edenler) varolan statükoyu değiştirmek istemiyor. Seçimle başa gelen ulusal aktörlerinse böyle bir hamle yapacak, hatta en ufak bir reform bile yapacak güçleri yok. Bu yüzden ulusal siyaset ne yapmak gerektiğini söyleyen ama onu gerçekleştiremeyen müzmin bir uygulama haline dönüşmüş durumda.

Buna rağmen insanlık sürekli elindeki kartları kararak bir şekilde farklı bir sonuç elde etmeyi umuyor. Bu umut, ABD’de onyıllardır iktidara gelmiş en ilerici başkan olan Obama ile bir süreliğine artsa da, Obama’nın daha ilk sözü olan Guantanamo’nun kapatılmasını bile yerine getirememesiyle hemen söndü. Obama, evinden zorla çıkartılan mortgage mağdurlarını bir kenara itip Wall Street’i devasa kurtarma planlarıyla beslemeye karar verdi. Benzer bir şekilde seçim sürecinde üniversitelerde öğrenim ücretleri ve harçların kesinlikle arttırılmayacağına dair söz veren Birleşik Krallık’ta Liberal Parti, iktidarın kokusunu aldığı anda verdiği sözü unuttu.

Fransa’daki tablo da bunlardan farklı değil. Ülkenin 20 yıl aradan sonra iktidara getirdiği sosyalistlerin, Merkel’in kemer sıkma politikalarına karşı çıkması bekleniyordu. Oysa seçimden sadece aylar sonra Hollande bir anda Merkel’in en sıkı müttefiki oldu. Yunanistan’ı kaderine terk eden Hollande büyük seçim sözlerini terkederken arada ufak tefek sözlerini de yerine getirerek fazla tepki çekmemeye çalışıyor. Nihayetinde herkes piyasaların gücüne boyun eğiyor.

OYUNDAN DEĞİL OYUNCULARDAN NEFRET ETMEK

Siyaset ve iktidarın birbirinden ayrılması seçmenler üzerinde bariz bir kafa karışıklığı ve korkuya neden oldu. Seçmenler panikleyen bir koyun sürüsü gibi sağda ve solda uçlara doğru koşarak aşırı partilere oy vermeye başladı. Çünkü hâlâ sorunun sistemde değil, partilerde ve liderlerinde olduğunu düşünüyorlar. Ulusal hükümetlerin artık mali ve parasal politika üzerinde bir gücü kalmadığı gerçeğiyle yüzleşmek istemeyen halklar, oyunun kendisinden değil oyunculardan nefret etmeye devam ediyorlar.

Bu süreçte ulusal seçimler birer popülerlik yarışmasından farksız hâle geldi. Aptal TV kanallarındaki Survivor yarışmalarındaki gibi, siyasetçiler adadan atılmamak için ellerinden geleni yapıyor. Seçim kampanyaları birer pazarlama kampanyasına dönüşüyor, internette ve televizyonda parlak renkler kullanılarak reklam yapılıyor. Seçim zaferleri ise Dünya Kupası zaferleri gibi kutlanıyor. Bütün bunlar olurken herkes, bir şekilde bunun toplumu örgütlemenin en doğal yolu olduğunu düşünüyor.

Hem sıradan yurttaşlar hem de eleştirel düşünceye sahip insanlar kamuoyundan uzak tutularak adeta bir doğal seçilim süreciyle devre dışı bırakılıyor. Bu seçilim süreci kariyer politikacılarının teknokratik vasatlığını kayırırken, toplumun sunabileceği çok çeşitli fikirler oyunun dışına atılıyor.

Seçim süreci ucuz sloganlar, karalama kampanyaları, soruları önceden ayarlanmış röportajlar, hakaretler ve klişelerle dolarken kamuoyu tartışmalarının bütün yaratıcılığı, ağırlığı ve neşesi yokedilmiş durumda. Sorunlar yerine kişiliklerde bahseder olduk. Temsili demokrasi, toplumun geleceği için farklı fikirlerin yarıştığı bir ortam olmaktan çoktandır uzaklaştı; patronlarına dokunamadığımız bir şirketin müdürlerini ve yöneticilerini değiştirmekten farksız hale geldi.

Soruları önceden hazırlanmış röportajlar eşittir Erdoğan

ANLAMSIZ SEÇİM SİSTEMİNİ FETİŞLEŞTİRMEK

Siyasal yapının itibarının yerle bir olmasına rağmen toplumun çoğu oy sistemini fetişleştirmeye devam ediyor. Oy vermeyip toplumsal değişime katkı sağlamak için başka yollar arayan insanlar ise “işe yaramaz apolitik” veya “oy vermemesi sadece iktidardaki partiye yarayan ilgisiz bir anarşist” olmakla suçlanıyor. Derinden gelen hayalkırılığına rağmen kimse seçim merasimlerinin boş ve yüzeysel bir hale geldiğini, herhangi bir anlamlı içerikten mahrum edildiğini farketmiyor.

Geçenlerde Hollanda’da yapılan seçimlere bakın mesela. Sadece birkaç ay önce fanatik İslamofobik, Avroskeptik ve proto-faşist Geert Wilders’in Özgürlük Partisi “iktidara” gelecekmiş gibi gözüküyordu. Seçimden iki hafta önce ise eski Maoistlerin kurduğu Sosyalist Parti bir anda anketlerde birinci sıraya oturdu. Herkes Avrupa çapındaki kemer sıkma politikalarına büyük bir darbe vurulacağını düşüyordu. Lâkin sonunda krize neden olan neo-liberal parti seçimi kazandı.

Hollanda halkının derin şizofrenik yapısı bunu sıradışı bir örnek yapabilir. Ama yine de burada bir gerçeklik var: Esas sorun parlamento sisteminin tamamen işlevsiz hale gelmesi. Eğer 2 hafta içinde toplumsal atmosfer proto-faşizm, sosyalizm ve neo-liberal kapitalizm arasında gidip gelebiliyorsa bu durum, bu etiketlerin de kendi içlerinde anlamlarını yitirdiği anlamına gelir. Eğer görece kararlı ve dahilen tutarlı ideolojilerin yol gösterici yönelimleri olmazsa, parti temelli temsili sistem uygulanamaz.

Temsili demokraside tartışılabilecek seçenekler politikalara indirgenmiş durumda ve bu politikaların skalası oldukça sınırlı. Kimse kapitalist demokrasinin kusurlu yapısını tartışmaya cüret edemiyor. İşçilerin sahip olduğu fabrikalar ve kooparatifler, finansal sistemin toplumsallaştırılması, enerji sisteminin kökünden dönüştürülmesi, kullanılmayan tarım arazilerinin kolektifleşirilmesi, toplumsal meclisler aracılığıyla doğrudan demokrasinin kurulması, işçi konseyleri ve diğer olasılıklar tartışılmıyor bile.

OY VERMENİN ÖTESİNDE: İKTİDARLA YÜZLEŞMEK

Ulus devletin sınırlarıyla sınırlandırılmış ulusal hükümetler, iktidarın artık toprağa ve sınırlara bağlı olmadan aktığı gerçeğini anlamaktan aciz. Günümüzde iktidarın bir “akıntı” olduğu gerçeğini kabul ettiğinizde bu iktidara karşı çıkmak için bu akıntıları sınırlamak, dağıtmak veya yeniden yönlendirmek gerektiğini görürsünüz. Ancak bu yöntemle kapitalist sistemin özündeki birikim mantığının sonuçlarından farklı sonuçlara yol açabiliriz.

Akıntılar, tanımları gereği merkezsizleşmiş ve savruk olduklarından, ya onları sınırlamak ve yönlendirmek için günümüzdeki ulusal hükümetlerin de üzerinde yer alan, bütün “akıntı alanını” kontrol edebilecek küresel bir federal yapı kurmak; ya da bu sermaye akışı alanının tamamen dışında işleyecek (ve sermaye birikimi döngüsüne katılmayı reddedecek) yeni siyasal alanlar açmak lazım.

Bu yüzden günümüzde ancak 2 gerçek devrimci stratejiden söz edebiliriz. Bunlardan birincisi işlevsel bir küresel hükümetin kuracağı bir dünya sosyalizmi (eğer bu yolu seçerseniz size bol şans diliyorum!). İkinci strateji ise küresel sermayenin dışında işleyebilecek yeni bir toplumsal model ve alternatif üretim modelleri geliştirmek. İkinci yöntem, yeni kollektifliklerin yaratılabileceği yeni siyasal alanları kurmak için toprağın geri kazanılması. Böyle otonom bir alan yaratmak ulus devletlerin toprak bütünlüğüne karşı çıkmak, dolayısıyla devletin meşru “şiddet tekeli” ile yüzleşmek anlamına gelir.

Indignados

İşte İspanya’daki indignados, Yunanistan’daki aganaktismenoi, ve dünyanın dört bir yanındaki Occupy hareketlerinin yaptıkları denemeler tam da bununla ilgili. Aynı zamanda Paris Komünü, Anarşist Katalunya, Bavaria Sovyet Cumhuriyeti ve Chiapas’taki Zapatistalar gibi devrimci olayların da gerçekleştirmek istediği nihai hedef burdu. Doğrudan demokrasi geçmişte başarıyla uygulandı, günümüzde de başarıyla uygulanıyor. Ancak Zapatistaların filozofu John Holloway’in de ifade ettiği gibi bu durum ancak “saatin tik-taklarından özgürleştirilmiş bir zamanda ve cetvelin ölçüsünden bağımsız bir mekanda” yaşarsak mümkün olur.

UYANIN – ‘SESİNİZİ’ KENDİNİZE SAKLAYIN!

Hâlâ siyasal sistemimizin temelinde büyük bir yanlışlık var. Küresel kapitalizm çekirdeğinden çatlarken milyonlarca insan için siyasal atmosfer tam bir kâbus. Ama bu sefer eviniz yanarak üstünüze çökerken kimse sesinizi duymadığında bunun sadece bir kâbus olduğunu farkedebilirsiniz. Hayatınız boyunca size öğretilen “gerçekliğin” gerçek olmadığını, başka bir dünyanın mümkün olduğunu farkedebilirsiniz.

Burada, Hollanda’da oy anlamına gelen kelime stem. Stem aynı zamanda ‘ses’ de demek. Genel seçimlerde bütün merasimin anlamsız özü bir kez daha gözler önüne serilirken ‘sesimi’ yine güçsüz bir kariyer siyasetçisine vermemeye karar verdim. Aksine, sesimi kendime saklayarak bütün sesimle haykırdım. Bir anarşist olduğum için değil, sesim başka bir insana veremeyeceğim kadar değerli olduğundan.

Sonuç olarak temsili demokrasinin yapısı gereğiyle siyasal katılımı engellediğini söyleyebiliriz. Howard Zinn’in de belirttiği gibi “Oy vermek kolay, ama ilgili yurttaşların doğrudan eylemini gerektiren demokrasinin yerini tutamayacak kadar kötü”. Özel sermayenin elindeki kamusal alanların dışında açılabilecek yeni kamusal alanlar; dışlayıcı olmayan, aksine kapsayıcı kolektif karar verme yöntemlerinin hepbirlikte yaratılması; yeni siyasal öznelliklerin geliştirilmesi – günümüzün endişeli yurttaşları olarak bunlar bizim gerçek demokratik sorumluluklarımız.

About onurerem

journalist @ birgün newspaper. twitter.com/onurerem
Bu yazı Çeviri içinde yayınlandı ve , , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s