The Dark Night Rises (Kara Şövalye Yükseliyor) Holywood’un gişe rekorları kıran filmlerinin toplumlarımızın ideolojik çıkmazlarının kesin göstergeleri olduğunu başarılı bir şekilde ispat ediyor. Filmde Bane’in şehirdeki gücü ele geçirmesine büyük bir politik-ideolojik saldırı eşlik ediyor. Güçlüyü ve zengini lanetleyen Bane, gücü halka vereceğini ilan ettikten sonra insanlara “kentinizi ele geçirin” diyor. Kendisini gerçek bir Wall Street İşgalcisi gibi göstererek yüzde 99’un bir araya gelerek toplumsal elitleri kovmaya teşvik ediyor.
Filmde halkın iktidarı halk mahmeleri, zenginlerin öldürülmesi, suç ve alçaklık dolu sokaklar ile betimlenmiş. Filmin sonunda Batman kendini kurban ederek Gotham’ı kurtarıyor. Filmin ideolojik temeline dair ilk ipucunu Bruce Wayne’in cenazesinde Gordon tarafından Charles Dickens’ın İki Kentin Öyküsü’nden satırlar okumasında bulabiliriz. Bazı eleştirmenler filmde bu kitaptan alıntılar kullanarak filmin “Batı sanatının en soylu eserlerinden biri” haline geldiğini söylüyorlar: “Film Amerika’nın geleneğinin merkezine hitap ediyor – sıradan insanlar için soylu bir feda. İsa gibi, Batman de başkalarını kurtarmak için kendini feda ediyor.”
Batman’in kendini feda etmesi İsa’nın ölümünün bir tekrarı mı? Filmin sonunda Wayne’in Selina ile bir kafede oturması nasıl yorumlanacak o zaman? Yoksa film, zamanında kâfir olarak nitelendirilenlerin söylediği gibi İsa’nın çarmıhtan kurtulup Hindistan veya Tibet’te uzun ve huzur dolu bir hayat yaşadığı iddiasını desteklemek için mi çekildi?
Filmin bir başka Dickenscı özelliği de zenginlerle yoksullar arasındaki uçuruma dair şikayetin de-politize edilmesi. Filmin başlarında özel bir üst sınıf galasında dans ederken Selina’nın Wayne’in kulağına söylediği ifadede görebiliriz bunu: “Bir fırtına yaklaşıyor Bay Wayne. Sen ve arkadaşların kapılarınızı pencerelerinizi iyi kapatın. Çünkü fırtına geldiğinde hepiniz nasıl bu kadar geniş yaşayıp geri kalanlara bu kadar az bıraktığınızı düşüneceksiniz.” Bütün iyi liberaller gibi yönetmen Christopher Nolan da bu eşitsizlikten “rahatsız”.
Seyirciler Wayne’in mega-zengin olduğunu bilseler de genellikle bu zenginliğin nereden geldiğini unutuyorlar: Silah üretimi ve borsa spekülasyonları. Bane’in borsaya saldırarak Wayne’in imparatorluğunu yokedebilmesi de bu sayede gerçekleşiyor. Batman’in maskesinin ardındaki gerçek buyken film bunu nasıl anlatıyor? Dickens’ın karakteristik konusu olan yetimhanelere yardım eden iyi kapitalist ve açgözlü kötü kapitalist ikiliğini tekrar yaratarak. Bu tarz Dickenscı ahlak derslerinin sonucunda çıkan ders, ekonomik eşitsizliğin altında kötü insanların sahtekarlığının yattığı olur.
Filmin siyasetle bir ilgisi olmamasına rağmen filmde kendilerini yoksayan ve sömüren zenginlerin kanına susamış bir kalabalığın gösterildiği hınçlı popülist ayaklanma sahneleri Dickens’ın Fransız devrimi sonrası Terör Dönemi’ni anlatırken devrimcileri deli fanatikler olarak betimlemesini çağrıştırıyor. Böylece film bize gerçek hayatta yapısal adaletisizliğe karşı savaşan, ideolojik davası olan devrimcilerin nasıl olacağının karikatürünü gösteriyor. Hollywood, kurumların size anlatmak istediği şeyi anlatıyor: “Devrimciler insan hayatına hiç önem vermeyen gaddar yaratıklardır. Özgürlük üzerine özgürleştirici retoriklerine rağmen esasında fesat planları vardır. Bu yüzden, gerekçeleri ne olursa olsun hepsini yoketmemiz farzdır.”
Tom Charity’nin de dediği gibi film, kurumları iyiliksever milyarderler ve rüşvet yemez polis rolleriyle savunuyor. Aynı zamanda gücü ele geçiren halka olan güvensizliğini göstermek için film önce sosyal adalet ihtiyacını ve ardından bir kitlenin elinde bunun neye dönüşebileceğinin korkusunu izleyiciye hissettiriyor.
Karthich ise önceki filmdeki Joker figürünün popülerliğini hatırlatarak soruyor: önceki film Joker’e hoşgörüyle yaklaşırken bu film neden Bane’e karşı sert bir tavır alıyor? Cevabı basit: Joker, en saf formunda anarşiyi istiyor, burjuva uygarlığının ikiyüzlülüğünün altını çiziyordu ama fikirlerini kitlelere aktarmıyor veya aktaramıyordu. Öte yandan Bane, baskı düzenine varoluşsal bir tehdit sergiliyor. Bane’in gücü sadece fiziksel gücünde değil, aynı zamanda kitleleri yönetebilmesinde ve onları siyasal bir hedef için mobilize edebilmesinde yatıyor. Topluma yapısal değişiklikler getirmek isteyen ezilenlerin örgütlülüğünün temsilcisi, bir öncü kuvvet. Büyük yıkıcı güce sahip böyle bir kuvvete sistem tahammül edemez. Bu yüzden yokedilmesi gerekir.
Ancak Bane, Joker’in cazibesine sahip olmasa da kensini ondan ayıran bir yanı var: sertliğinin kaynağı olan karşılıksız sevgi. Kısa ama dokunaklı bir sahnede, korkunç bir acının ortasında nasıl sevgi dolu bir hareketle, sonucunu ve çekeceği büyük acıları umursamadan Talia’yı çocukken hapishaneden kurtardığını görüyoruz. Karthich, İsa’dan Che’ye kadar uzanan, şiddeti bir aşk eylemi olarak gören büyük bir geleneği başarıyla tespit ediyor – Che’nin günlüğüne yazdığı meşhur satırlardaki gibi: “Saçma görünme riskini göze alarak söylemeliyim ki gerçek devrimci güçlü bir aşk duygusunun rehberliğinde hareket etmeli”. Che’nin bu sözü, çok daha “problematik” olan, devrimcileri “ölüm makinası” olarak gösteren sözleriyle beraber okunmalı: “Nefret mücadelenin bir parçasıdır. Düşmana karşı duyacağımız nefret bizi insanın doğal sınırlarının ötesine devindirerek, bizi vahşi seçici ve soğuk ölüm makinalarına dönüştürür. Bu yüzden askerlerimiz de böyle olmalı; nefret duymayan insanlar vahşi bir düşmanı yokedemez.”
Kant ve Robespierre’in söylediklerini de unutmamamız lazım: Zulüm olmadan aşk güçsüzdür; aşk olmadan zulüm ise kördür, ısrarcı yanını kaybeden kısa süreli bir tutkudur. Che’nin anlattıkları İsa’nın aşk ve kılıcın birliğine dair söylediklerinin bir tekrarıdır aslında – ikisi de aşkı meleksi yapan, dengesiz ve zavallı bir duygusallığın üzerine çıkaran şeyin, zalimlik ve zalimliğin şiddet ile olan bağı olduğunu söyler. Filme geri dönecek olursak, işte bu yüzden The Dark Night’taki tek gerçek aşkın Batman’in aksine Bane’e, yani “teröriste” ait olduğunu görebiliriz.
Filmde Talia’nın babası olan Ra karakteri ise Arap ve Oryantal özelliklere sahip, yozlaşmış Batı uygarlığını yola getirmek için terör eylemleri yapan bir karakter. Önceki filmde Bruce Wayne’in öğretmeni olan Ra, Wayne’e kötülükle savaşmak için ne yapması gerektiğini anlatırken bir yandan da Gotham kentini yokedecek ekibe liderlik yapmasını söylüyor. Bu açıdan baktığımızda Ra kötülüğün vücut bulmuş hali değil: Ra erdem ve terörün birleşimi, yozlaşmış bir imparatorluğa karşı savaşan bir eşitlik yanlısı. Ra’ya benzer kararketler olarak Dune’daki Paul Atreides’i ve 300’deki Leonidas’ı gösterebiliriz. Bruce Wayne’i Batman’e dönüştürenin de Ra olduğunu unutmamız lazım.
Burada iki sağduyu serzenişi kendisini empoze ediyor. Birincisi, Stalinizmden Kızıl Kmerlere tarihteki devrimlerde vahşi katliamlar ve şiddet olayları gerçekleşmişti. Yani film açıkça gerici hayallere kapılmadığı. İkincisi ise tam tersi bir serzeniş: Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) hareketi vahşi değildi, kesinlikle yeni bir Terör Dönemi yaratmayı hedeflemiyordu; Bane’in isyanı sonucunda temsil ettiği Occupy hareketinin hedefleri ve stratejileri çarpıtılarak izleyiciye gösteriliyor.
Günümüzde varolan küreselleşme karşıtı protestolar Bane’in vahşi terörünün tam tersi: Bane devlet terörünün zıttı olarak bir halk terörü simgesi, devletin yürüttüğü terör aygıtlarını ele geçirerek teröre devam eden kötken bir yapının simgesi. İki serzeniş de Bane figürünü reddediyor. Bu iki serzenişe de birden çok cevap verilebilir.
Occupy Wall Street ve benzeri hareketlerde şiddet potansiyeli olmadığını söylemek çok basit bir iddia olur – her özgürleştirici harekette işleyen bir şiddet vardır. Filmin sorunu bu tarz bir şiddeti, katliam ve terörle bir tutmasıdır.
Nolan’ın üçlemesine dönecek olursak Batman filmlerinin şu içkin mantığı izlediğini farkedebiliriz:
Batman Begins’de kahramanımız liberal düzenin sınırları içinde hareket ederek sistemin ahlaki olarak kabul edilebilir yöntemlerle savunulabileceğini gösteriyordu. The Dark Night ise John Ford’un iki western klasiğinin (Fort Apache ve The Man Who Shot Liberty Valance) yeni versiyonu gibi vahşi batıyı uygarlaştırmak için birilerinin bir efsane yaratması ve gerçekleri gözardı etmesi gerektiğini, kısaca uygarlığımızın bir yalan üzerine kurulduğunu gösteriyor: sistemi korumak için bazen kuralları çiğnemek lazım.
Başka bir türlü ifade etmek gerekirse Batman Begins’te kahramanımız polisin cezalandıramadığı kahramanları cezalandıran açıkgöz, şehirli, klasik bir figür. Problem polisin Batman’in yardımına ihtiyaç duymasında. Polis her ne kadar Batman’in verimliliğini kabul etse ve müteşekkir olsa da, bir yandan da güç ve şiddet üzerindeki polis tekeline bir tehlike ve hatta polisin verimsizliğinin bir ilanı olarak görüyor Batman’i. Ancak Batman’in burada kuralları çiğnemesi tamamen göstermelik. Yasalar tarafından kendine yetki verilmemiş olmasına rağmen her zaman yasalara bağlı kalıyor ve yasaların lehine eylemlerde bulunuyor.
The Dark Night (Kara Şövalye) ise bu durumu değiştirdi. Artık Batman’in gerçek düşmanı, rakibi olan Joker değil, Beyaz Şövalye lakaplı Harvey Dent haline geldi. Dent’in suça karşı yürüttüğü fanatik savaş masum insanların ölümüne yol açtı ve kendisini de yoketti. Dent, adeta yasal düzenin Batman’e karşı verdiği bir yanıt: Batman’in mücadelesine karşı sistem Batman’den daha şiddet dolu, doğrudan yasaları çiğneyen kendi yasadışı aşırılığını yarattı. Bu yüzden Bruce Wayne’in Batman olduğunu açıklamaya karar verdiği anda Dent’in çıkıp “Batman benim” demesinde şairane bir ilahi adalet yatıyor. O “Batman’in kendisinden bile daha Batman”, Batman’in hâlâ karşı koymayı başardığı cezbediciliği gerçekleştiriyor. Böylece, filmin sonunda Batman Dent’in işlediği suçları üzerine alarak halka umut vaadeden bu popüler kahramanın itibarını kurtarırken bu mütavazi hareketi bir gerçeklik de içeriyor: Batman’in Dent’e teşekkürü. Dent Batman’in kendisi olduğunu söylerek Bruce Wayne’i kurtarırken Batman de Dent’in suçlarını kendi üzerine alıyor.
Son olarak The Dark Night Rises işleri daha da ileri götürüyor. Bane değil de Dent değil miydi işleri uç noktaya getiren? Sistemin adil olmadığını, adaletsizlikle etkili bir şekilde mücadele etmek isteyenlerin doğrudan sisteme karşı çıkması gerektiğini Dent ima etmiyor muydu? Son engellerinden de kurtulan Dent bu hedefine ulaşmak için bütün vahşiliğini sergilemiyor muydu? Böyle bir figürün yükselişi bütün dizilimi değiştiriyor: Batman dahil olmak üzere herkes için ahlak gözden geçiriliyor, olaylar tarafından belirlenen birşey haline geliyor: Bu açık bir sınıf savaşı, sadece çılgın gangsterlerle değil aynı zamanda popüler bir isyanla karşılaştığımızda sistemi savunmak için herşey mübahtır.
Yani hepsi bu mu? Radikal özgürlük mücadelelerinde bulunan insanlar Batman filmini tamamen reddetmeli mi? İşler göründüğünden daha çetrefilli. Filmin analizini yapacak kişi, onu siyaset üzerine yazılmış Çin şiirlerini okur gibi okumalı. Varolmasını beklediğiniz şeylerin yokluğu ve olmamasını beklediğiniz şeylerin varlığının şaşırtması gibi. Olumsuzlamadan anlamayan Freudcu bir bilinçaltı gibi: Esas önemli olan bir şey üzerinde negatif bir yargının varlığı değil, ondan herhangi bir şekilde bahsedilmesidir – The Dark Night Rises’da halkın gücü ORADA, Batman’in düşmanları (mega-zengin suçlular, gangsterler, teröristler) tarafından harekete geçiriliyor, kullanılıyor.
Buradan ilk ipucunu elde edebiliriz – Occupy Wall Street hareketinin gücü ele geçirmesi ve Manhattan’da halkın demokrasisini kurma ihtimali o kadar absürt, o kadar gerçek dışı ki şu soruyu sormadan edemeyiz: O ZAMAN NEDEN GİŞE REKORLARI KIRAN BİR HOLLYWOOD FİLMİ BUNUN HAKKINDA HAYAL KURUYOR? NEDEN BU KURUNTUNUN ÇAĞRIŞIMINI YAPIYOR? Neden Occupy Wall Street’in büyük vahşi bir işgale dönüşmesinin düşünü yansıtıyor? Aşikar olan yanıt (Occupy Wall Street’i terörist-totaliter potansiyele sahip olmakla suçlamak) “halkın gücü” ihtimalinden çıkarmaya uğraşılan bu ilginç çekim için yeterli değil. Bu gücün esas işlevinin boşlukta kalması şaşırtıcı değil: halkın gücünün nasıl işlediğine, mobilize olmuş insanların ne yaptığına dair detaylar yok (Bane’in filmde halka istediklerini yapmalarını söylediğini, kendi isteğini empoze etmeye çalışmadığını unutmayın).
Filmin harici eleştirisinin (“filmin Occupy Wall Street egemenliği hakkındaki betimlemesi saçma bir karikatür”) yeterli olmayışının nedeni de budur – eleştiri içkin olmalı. Filmde gerçekleşen bu otantik olaya dair filmin içindeki çok sayıda işareti saptamalı (yine hatırlayın, Bane sadece vahşi bir terörist değil, aslında derin bir aşk ve fedakarlık insanı). Kısaca, saf ideoloji mümkün değildir, Bane’in kendine özgülüğü filmin dokusu içinde iz bırakmak ZORUNDA. Bu yüzden film derin bir okumayı hakediyor: Filmdeki olay – “Gotham City halk cumhuriyeti”, Manhattan’daki proletarya diktatörlüğü – film için içkindir, onun varolmayan merkezidir.