30 Kasım’da vizyona girecek Simurg filminin yönetmeni Ruhi Karadağ Türkiye’nin son 16 yılından 8’inin ölüm oruçlarıyla geçtiğine dikkat çekerken, ölüm oruçlarında hükümetlerin yanı sıra 12 Eylül sonrasında duyarsızlaşan toplumun da suçlu olduğunu söylüyor
ONUR EREM
Bu ödülü faili meçhul cinayete giden, mezarsız, topraksız vatandaşlarımıza adıyorum. Ayrıca, Yılmaz Güney’in doğduğu yerde, uzun süre gazetecilik yaptığım bu yerde ölen tüm gazeteci arkadaşlara, özellikle Ape Musa’ya adıyorum” – Ruhi Karadağ’ın Simurg ile 18. Altın Koza Film Festivali’nde Adana İzleyici Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmadan.
Simurg, yani küllerinden doğan kuş. Ruhi Karadağ’ın, hikayesi 1996’daki açlık grevi ve ölüm orucu ile başlayan filmi Simurg 30 Kasım’da vizyona girecek. Geçtiğimiz yıllarda çok sayıda yarışmaya katılan ve ödül alan bu film, ölüm orucu ve beraberinde getirdiği Korsakoff hastalığını tüm çıplaklığıyla izleyicilere aktarıyor. Geriye izleyici için tek bir soru kalıyor: Ben bunu durdurmak için ne yaptım? Ruhi Karadağ ile filmin ortaya çıkışını ve vermek istediği mesajı konuştuk:
>> Simurg bir film mi yoksa bir belgesel mi?
Simurg bir belgesel değil, bir kurmaca film. Oynayanların bir kısmı açlık grevi sırasında Korsakoff sendromuna yakalanmış insanlar. Beden ve bellek sorunu yaşadıkları için bazı anlatımlarını çekmemiz ve başka görüntülerle desteklememiz gerekti. Ama bu arkadaşlar kendi hayatlarını oynadılar. Farklı bir sinema denedik.
>> Neden açlık grevleriyle ve ölüm oruçlarıyla ilgili bir film çekmeye karar verdiniz?
Uzun süre gazetecilik yaptım. 2000’lerin başlarında Türkiye yeni bir gazetecilik yapılanmasına gitti. Bir şekil editöryal gazetecilik anlayışı ortaya çıktı. 12 Eylül’ün dokunamadığı bir parça gazeteciler de bu şekilde safdışı bırakıldı.
Gazeteci olarak hem 1996 ölüm oruçlarını hem de 2000 ölüm oruçlarını izlemiştim. 1996’da Korsakoff sendromuna yakalanmış hastalarla tanıştıktan sonra 2000 yılında tekrar bir ölüm orucuyla karşılaşmak bizi çok üzmüştü. Ancak aynen bugün olduğu gibi gazeteler o dönemde de ölüm oruçlarını görmediler. 1996’da toplumsal bilinç farklıydı, halk dertlerini dinliyordu ama 2000’e geldiğimizde daha farklı bir toplum yapısı vardı.
Daha önce çalıştığım televizyon kanalında belgeseller çekmiş; 1998’de çektiğim, dünya işçi hareketleri ve 1 Mayıs’ı konu alan bir belgeselle Simavi ödülü kazanmıştım. Ölüm oruçlarının da belgeselini çekmek istiyordum. 1996’daki ölüm orucunun ardından tanıştığım Korsakoff hastalarıyla birlikte çalışmaya başlamıştık. Kafamda bir senaryo vardı, ama daha sonra bu insanların oynayamayacak durumda olduğunu anladık.
>> Çekim süreci nasıl başladı?
2000’deki ölüm orucunda da bu 6 kişiyle birlikteydik. Onlar da dışarıdan destek veriyordu. Ama ölüm orucundan inanılmaz etkileniyorlardı. Haberi duyduktan sonra içlerine kapandılar, yemek yiyemediler, uyuyamadılar. Buna karşı bir şeyler yapmak istiyorlardı. Neler yapabileceklerini hesaba katarak bir senaryo hazırladık, yolu onlarla birlikte çizdik. Ölüm oruçlarının 55. gününde sokağa çıktık ve o senaryoyu çekmeye başladık.
>> Filmde hikayelerini anlatacağınız 6 kişiyi neye göre seçtiniz?
1996’da topyekün bir duruş vardı F tipine karşı. Buna karşı koyan farklı örgütler vardı. Ben de farklı geçmişlere sahip, farklı örgütlerden birer karakter seçtim. Hepsinin öykülerinin farklı derinlikleri vardı tabi ki. Biri bedenini hiç kullanamıyordu. Diğeri bedenini kullanıyor, dilini kullanamıyordu. Biri çocuğunu cezaevinde doğurmuş ve büyütmüş. Diğeri cezaevinden sonra hiç konuşmamış. Filmde anlatılan insanların hikayelerinin derinliği çok etkileyiciydi.
>> Filmin hazırlanması neden 12 yıl aldı? Bu çok uzun bir süre değil mi?
Biz 2000’deki ölüm orucunun 40. gününde biraraya geldik tekrardan film için. Bu arkadaşlar ailelerinin, birden çok kişinin yardımına muhtaçtı. Üstelik bu hastalığa yakalananlar ailesini de çok etkiliyor. Bütün ailenin hayatı değişiyor. Örneğin Ali Ekber’in annesi Melek hanım “Ben oğullarımı sapasağlam devlete verdim, devlet benim oğullarımı sakat ve ölü verdi bana” diyordu.
Bu, Türkiye’de ilk diyebileceğimiz bir film. Mekanları gerçek, olayları gerçek, kişileri gerçek, zaman gerçek. Tamamen gerçekliğin içinde, gerçekliğiyle çıplak bir film. Böyle bir süreçte filmi hazırlamak uzun sürdü.
Filmde Korsakoff hastalarından biri kameraya hiç konuşmadı. Kamerayı kapattığımda benimle konuşuyor, açınca susuyordu. Ama 10 yıl boyunca görüştükten sonra “neden konuşmuyorsun” diye sorduğumda “ne konuşayım ya” dedi. Sonra onu bir rüya sahnesinde konuşmaya ikna ettim. Rüya olduğuna inandığında konuştu sadece. Onun daha çok konuşmasını isterdim.
>> Bu filmi çekerken hedefiniz neydi? Kimlere ne anlatmak istiyorsunuz?
Biz topluma Korsakoff hastalığının ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu göstermek istiyoruz. Toplum olarak ne kadar tehlikeli bir şey yarattığımızı anlatmaya çalıştım. Herkes suçlu olabilir, herkes içeri girebilir, ama insanları bu hale getirmek çok farklı bir durum. Türkiye’de son 16 yılın 8 yılı ölüm oruçlarıyla geçmiş. İnsanları süresiz açlık grevine yatıracak politikalar üretmenin kimseye bir faydası yok. Özgürlük arzulayan bir dünyada özgürlükleri daraltan siyasetler izlemek kesinlikle yanlış. Bu yüzden ölüm orucuna yatanları sorgulamak yerine, onların ölüm orucuna yatmasına neden olan şeyleri yapanları sorgulamak gerekiyor.
Asıl bu filmi, Türkiye’yi bu hale getirenlerin izlemesi gerekiyor. “Evet, biz bu insanları açlığa, sakatlığa sürükledik, yoksaydık” diyenlerin izlemesini isterim.
>> Türkiye’de açlık grevlerine duyarlı, bu konuyu bilen bir kesim olduğu gibi duyarlı olmayan da geniş bir kesim var. Filminiz onlara açlık grevi gerçeğini gösterebilir mi?
Türkiye gittikçe daha zor dönemlerden geçiyor. Keşke söylediğiniz gibi gelip de izleseler. Çok zor bir soru. Bir önyargı var ölüm orucuna karşı. Örgüt emriyle, zorla yapılıyor, aslında yemek yiyorlar diye düşünüyorlar. Toplum bunları neden görmüyor diye soracak olursak, toplumun düşünme yetisini yoketme çabasının sonucu olduğunu söyleyebilirim.
Oysa bir insan kendini bir süre eve hapsetse, acıktıktan sonra saatlerce aç kalsa, arkadaşsız kalsa, haftalarca gökyüzünü görmese bunlardan herhangi birini yapsa açlık grevindekileri anlayabilir. Ama toplum önyargılarını atamadığından ötürü karşısındakini anlayamaz hale geliyor. Onları anlamamak basittir, ama anlamak için emek vermek gerekir. Herkes bir Korsakoff hastasını ziyaret etse her şey çok değişir.
>> 1980’lerde, 96’da, 2000’de ve son olarak 2012’de bütün hükümetlerin açlık grevindekilere karşı tutumu aynı oldu. Hangi parti başta olursa olsun, yöneticiler hep aynı sözleri söyledi. Bugün de Erdoğan “bütün bunlar bir gösteri, aslında yemek yiyorlar benim bakanım gördü” diyor. Bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
12 Eylül’ün Türkiye’de yarattığı büyük bir tahribat var. Bu toplum anlama yetisini 1980’lerden itibaren yitirmeye başladı. Her dönem, her iktidar aynı yalanı söylüyor, ama toplum bu yalana inanmaya başladı. 1980’lerde toplum bu yalanlara daha az inanıyordu, ama yavaş yavaş istedikleri toplumu yarattılar ve artık herkes inanır hale geldi. Bu yalanları göstermek isteyen kişileri ise hapse atıyorlar. En basit protestoların bile suç sayıldığı bir noktaya geldik. Ama bu direnci aşacak gücümüz var. Yeter ki paylaşmayı hatırlayalım, birlikteliğimizi gösterelim.
>> Sizce açlık grevi ile verilmek istenen mesajlar başka türlü verilebilir mi? İnsanlar açlık grevi yerine başka bir çözüm yolu deneyebilir mi?
Filmi çekerken bunu çok tartıştık. Ben ölüm orucuna karşıydım. Bir insan bedenini ölüm orucuna yatırmamalı, sevdikleri, ailesi, çocukları var diye düşünürdüm. Ama filmi çekerken şunu gördüm: İnanmak, toplumun geleceğine inanmak ve toplumun iç dinamiğini yaratmak uğruna hayatlarını ortaya koymak başka bir algı gerektiriyor. “Bizi F tiplerine atacaklar ve orada öldürecekler. Onlar bizi öldüreceğine, biz tepkimizi gösterelim öldürülmeden”. Bugünkü ölüm oruçlarında da aynı düşünce var. Bu insanlar sevdikleriyle, ailesiyle, çocuklarıyla görüştürülmüyor; hücreye atılıyor, okumasına, düşünmesine izin verilmiyor. Yavaş yavaş öldürülüyor zaten. Ben bu insanları filmi çekerken anladım.
Aslında suç biraz da bizde, dışardakilerde. “Evet ya, bunlar bizim kardeşimiz, abimiz, dostumuz ve her şeyden önce birer insan” dememiz lazım. Yarın biz bile girebiliriz hücreye. “Ama niye” diye soramadı toplum. Hükümeti yapan da biziz, getiren de biziz, götürecek olan da biziz. O yüzden hepimiz biraz suçluyuz. Hiçbir hükümet ölüm orucu karşısında direnemedi bugüne kadar. Hepsi bir süre sonra iktidardan düştü. Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir rejiminde acı ile, ölüm ile, yoketmekle ayakta kalınmaz.
>> Bu filmde 6 farklı kişinin hikayesi var. Hepsi birbirinden etkileyici, ancak içlerinden sizi en çok etkileyeni hangisiydi?
Hikayeleri o kadar farklı ve etkileyici ki bir karşılaştırma yapamam. Ama beni genel olarak en çok etkileyen şey büyün Korsakoff hastalarının kocaman bedende birer çocuk olmalarıydı.
>> Filme koyamadığınız hikayeler oldu mu?
Evet, çok ilginç hikayeler var. Örneğin ölüm orucuna İstanbul Küçük Armutlu’da destek veren bir grup mahkum ve tutuklu yakınları vardı, onlar da ölüm orucuna yatmıştı. Onların tek tek ölümlerine tanık olmamız çok acı vericiydi. Biri ölüm orucunun 148. günde hayatını yitirdi. Daha da acı olan ise bu evin basılıp, yağmalanıp yakıldıktan sonra polis karakoluna çevrilmesiydi. Bugün hala polis karakolu olarak kullanılıyor. Bu süreçte mahallede de çok büyük bir dönüşüm yaşandı, medya “bunlar örgüt emriyle hareket ediyor” diye hedef gösterdi, polis topyekün savaş açtı ama mahallede bütün bu yaşananları polis ablukası nedeniyle yeterince belgeleyemedik.
Onun haricinde 2000 yılındaki ölüm orucu sırasında filmi çekmeye başladığımızda 6 Korsakoff’lu arkadaşlar bir otelde kalıp çalışmalara başlamıştık. Bir sabah saat 7’de Hayata Dönüş operasyonunun yapıldığını duyduk. İşte o an, arkadaşlarımızın yüzündeki ifadeyi çekmiş olmak isterdim. O atmosferi kameralarla görüntüleyerek izleyiciye aktarmak isterdim.
>> Elinizde olup da koymamayı tercih ettiğiniz görüntüler oldu mu?
Bir yemek sahnesi var. Operasyondan 2 gün önce hepberaber bir yemek düzenlemiştik. Orada çektiğim görüntüleri kullanmamaya karar verdim. Çünkü çok etkileyiciydi.
WENICKE-KORSAKOFF HASTALIĞI NEDİR?
Uzun süreli açlık durumda B vitamini eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkan bu hastalık sonucunda hastalar olmamış olayları sanki olmuş gibi hatırlarken olmuş olayları hatırlayamayabilirler. Yön duyguları karmaşa içindedir, bulundukları yer ve zamanı şaşırabilirler. Göz kaslarında yetersizlikler, çift görmeler, kas ve eklem bozuklukları bu hastalığın oluşturduğu kötü sonuçlardan bazılarıdır.