GlobalResearch.ca’dan çeviren:
ONUR EREM
Sendikaların yükselmeye başladığı, kaliteli kamusal hizmetlerin devam etmesini gerektiğini savunan gruplarla ittifak halinde alternatifler sunduğu bir dönemde, tartışmalara bir katkıda bulunmak heyecan verici. Stratejik sendikacılık gibi pratik tecrübelerin bize öğretebileceklerini keşfetmek istiyorum. Günümüzde, finansal pazarın ve onu sürükleyen kurumların çökmesiyle birlikte başlayan krizin, kamusal harcamaların kısılması ve toplumsal hizmetlerin azaltılması talebine dönüştüğü sıradışı bir durumla karşı karşıyayız. Kısa ve uzun vadelerde etkili stratejiler geliştirmeden önce içinde bulunduğumuz durumu iyice anlamamız lazım.
Egemen söylemin, finansal krizden devlet harcaması krizine dönmesine izin veren şey, kamusal harcamaların ve toplumsal ihtiyaçların devlet tarafından karşılanmasının değerlerini ve hedeflerini savunan anaakım seslerin kalmayışıdır. Kurumsal pazarın baskılarına ve emirlerine karşı gelen etkili bir güç yoktu. Burada radikal sosyalist bir programdan bahsetmiyorum, sosyal demokratlar da hiçbir şekilde etki edemedi.
Bu süreçte en önemli nokta ABD ve Avrupa’da, milyarlarca doların finansal kuruluşların kurtarılması için harcanması yerine çevresel sürdürülebilirlik, toplumlar yatırımlar ve istihdam yaratmak için harcanması gerektiğini söyleyen seslerin güçsüzleşmesi ve marjinalleşmesiydi. Bu, siyasi kurumların finansal güç karşısında hiçbir pazarlık gücü kalmadığı, siyasi bir çöküş anıydı.
Bu demokratik kamusal müdahalenin böylesine önemli bir andaki de facto yenilgisi neoliberal ideolojinin temelinde yatan, toplumsal harcamaların, ekonominin kutsal ve dokunulmaz sürücüsü olan özel sektörün ilerlemesine engel olduğu görüşünün güçlenmesine neden oldu. Bir başka deyişle, finansal kriz toplumsal ihtiyaçlar ve toplumsal fayda için yapılan harcamaların gayri meşrulaştırılmasını – siyasi kurumlar ve basın aracılığıyla – sağlamıştır. Metalaştırılmamış bu ekonomik alan, 1945’ten beri kapitalizmin “komünizm tehdidi”ne karşı verdiği bir tavizdi.
Bu marjinalleşme süreci, en azından Kuzey yarımkürede, sosyal demokrat ve Avro-komünist partilerin 70’ler ve 80’lerde kendilerini yenileyememeleri, geliştirememeleri ve yaratılmasına yardım ettikleri kamu hizmetlerinin inovasyonuna katkıda bulunamamalarından kaynaklanmaktadır.
Onlar, kamu yararının ikinci plana atıldığı bu süreçte uysal ve savunmacı bir duruş sergilediler.
SİYASAL VAKUMU DOLDURMAK
Bu vakum ve onun geriletici sonuçları bağlamında sendikaların, özellikle de kamu sektörü sendikalarının merkezi bir role sahip olma potansiyeli vardır. Sendikalar çoğu ülkede en büyük, en varlıklı, en istikrarlı, en kurumsal ve en köklü sivil toplum hareketidir. Bu özellikler, Uruguaylı su işçileri lideri Carmen Sosa’nın da dediği gibi, sendikalara “toplumsal hareketin omurgası” olma potansiyeli vermektedir. Sendikalar bilgi, pratik eylemler, uzman araştırmaları ve toplumsal dışavurumun örgütlenmesinde, kitlelerin sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilecek araçlarını savunmasını örgütlemekte liderlik görevini üstlenebilir.
Onu oluşturan parçaların otonomluğunu bozmadan onları birleştiren bir omurga gibi, sendikalar kamusal hizmetleri ve bunlara ayrılan kaynakları savunmak isteyen toplumsal grupları bir araya getirecek bir ittifak rolü üstlenerek siyasal vakumu doldurabilir.
Bu rolü özellikle vurguluyorum, çünkü Kuzey yarımkürede sendikalar işçi sınıfının siyasal ve endüstriyel aktivitelerinin arasında keskin bir iş bölümü yapmış, sadece çalışma hayatıyla ilgili konulara öncelik vererek toplumsal konuları siyasetçilere ve parlamentoya teslim etmiştir. Bu bağlamda, sendikanın görevi endüstriyel hareket ve toplu iş sözleşmesi pazarlıkları gibi dar kalıplara indirgenmiştir. Bunun anlamı neoliberal sosyal demokrasiye itaat etmektir – sosyal içerik kenarda köşede kalırken, neoliberal içerik merkezdedir.
Bazı sendikaların veya sendikaların bazı fraksiyonlarının kendilerini siyasi partilerle kurulmuş olan itaatkar ilişkilerden kurtararak toplumsal hareketlerle, eleştirel entelektüellerle ittifak kurduğunu ve böylece hem siyasetin hem de sendikacılığın yeniden düşünülmesine katkıda bulunduklarının işaretlerini görmeye başladık. 1970’lerde birçok ülkede yaşanan hareketlilikle karşılaştırıldığında bunun tamamen yeni bir şey olduğunu söyleyemeyiz, ancak hatıralar ve geleneklerle şekillenmiş bir yenilik olduğu açıktır. Halen ufak ve dağınıktır, o yüzden abartmak yerine öğrenmek ve anlamak için bir fırsat olarak kullanılabilir. Yapılacak genellemeler deneysel olmanın ötesine gidemeyecektir.
ÖZELLEŞTİRMEYE KARŞI ALTERNATİFLER
Özelleştirmeye karşı başarılı olmuş iki mücadele örneğini ele almak istiyorum. Bunlar suyun kamu malı olmasına dair uluslararası mücadeleler ve yerel hizmetlerin özelleştirilmesine karşı yürütülen demokratik alternatif mücadelelerdir. Bu mücadeleler var olan siyasi kurumlara karşı meydan okuyan, farklı ve otonom siyasi değerler, hedefler ve örgüt biçimleri yaratmaya çalışan mücadelelerdir.
KATILIMCI SİYASET
1. SU: Kamu malı olan suyun özelleştirilmesi için kararlı çabalar sarf edilse de, suyun yüzde 90’ı halen halkın elindedir. Suyun özelleştirilmesine karşı mücadelenin önemli bir sonucu sendikaların, işçilerin işleri ve çalışma koşullarıyla ilgili defansif taleplerden öteye geçip daha geniş kitlelerin çıkarlarını dikkate alarak suyun ortak olduğunu, demokratik bir şekilde sahiplenilip yönetilmesi gerektiğini ve herkesin erişimine açık olması gerektiğini savunmaları oldu.
Birçok bağlamda, suyun özelleştirilmesine karşı çaba gösteren kitlesel ittifaklarla işbirliği içine girdiler, desteklediler ve bazen de onlara liderlik ettiler. Sonuç olarak katılımcı politikleştirme denilebilecek bir sürecin parçası oldular.
Burada özelleştirme konseptinin kamu servislerinin kaderlerini apolitize etmek için sistematik bir çaba sarfetmesinin de altını çizmemiz lazım. Neo-liberalizmin en ideolojik olduğu Margaret Thatcher döneminde bile kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi bir seçim malzemesi yapılmaz, siyasal alanda tartışılmaz ve oylanması bile düşünülmezdi.
Özelleştirme karşıtı hareketlerin güçlü olduğu Brezilya ve Uruguay’da 1990’larda iktidarda olan partiler özelleştirmeleri seçim manifestolarına dahil etmemelerine rağmen IMF’nin baskıları altında özelleştirme girişimlerinde bulundular. Siyasiler ve onları destekleyen medya özelleştirmeleri siyasetle alakası olmayan teknik bir konu gibi gösterdiler. Bu süreçte “yeni pazarlar açmak”, “devlet varlıklarını yeniden yapılandırmak”, “sağlayıcıların çeşitlilendirilmesi” gibi sözler sarf edildi.
Sendikalar bu süreçte kitlesel ittifaklara destekçi veya lider olarak katılarak, ana akım medyanın yaptığının aksine suyun bir kamu malı olarak önemini vurguladı.
Birleşik Krallık’ta sendikalar toplumu harekete geçirerek karşı argümanların sesini duyurulmasını ve suyun ticari bir mal olmadığının kabul edilmesi için gereken dilin oluşturulmasını sağlayarak halka güven verdi. Thatcher’ın o kadar uğraşına rağmen halkın yüzde 89’u özelleştirmelere karşı çıktı.
Brezilya ve Uruguay’da bu değerler işyerleri içinde ve dışında kitlesel mobilizasyonun temelinde yatıyordu. Bu mücadelelerin bir diğer dikkat çeken yönü ise uluslararası karakteri oldu. Suez gibi uluslararası su şirketleri ve IMF’nin karşısında özelleştirme karşıtı uluslararası bir dayanışmanın bulunması başarıya giden yolda en büyük destekçilerden biriydi.
2. YEREL HÜKÜMET: Aynı katılımcı politikleştirme süreci ve bu süreçte sendikaların oynadığı rol, yerel hükümetlerin hizmetlerinin özelleştirilmesine karşı verilen birkaç başarılı direniş hareketinin ayırt edici özelliği oldu. Bu hizmetler tekrardan depolitize edilip hizmetleri veren kurumlara dair algı opak, anlaşılmaz teknik işlere indirgenerek sahne arkasında özelleştirmeler için yeniden zemin hazırlanıyor.
Trondheim, Norveç ve Newscastle, İngiltere’deki özelleştirmek karşıtı mücadelenin çok önemli bir parçası, yerel karar alım mekanizmasını toplumun denetimine ve tartışmasına imkan verecek hale getirmekti.
Trondheim’da yerel sendika federasyonu özelleştirmeyi seçim politikasının merkezine aldı ve üyelerinin kamu hizmeti reformu için alternatif programlar hazırlamasını sağladı. Bunu, konseyin çoğunu özelleştiren veya taşeronlaştıran partilere karşı verdikleri seçim politikasının merkezine yerleştirdiler. Bu partileri yendikten sonra yerel sendikayla beraber çalışarak ulusal ölçekte bir Model Belediye geliştirdiler. Bu kamu hizmetleri stratejisinin temelinde çalışanların ve yönetimin hizmetlerin nasıl geliştirilebileceğine dair bilgilerin ve fikirlerin paylaşması, toplumsal örgütleri de sürece dahil ederek seçilmiş siyasetçilerle pazarlık yapmaları var.
Bu süreç zamanla özelleştirme karşıtı ulusal ve verimli hareket için bir model oldu ve baskılar sonucunda tarihinde ilk defa Sol Sosyalist Parti ile ittifak yapmak zorunda kalan İşçi Partisi ittifakının da desteğini kazandı. Bu ittifak 2005 yılında seçimleri kazanarak sendikaların, maruz kaldığı neoliberal saldırılara karşı mücadelelerine destek oldu.
İngiltere’nin kuzeyindeki Newcastle’da sendikaların politikleştirme stratejisi, yaygın özelleştirme ve taşeronlaştırmalara karşı mücadele etmek, güçlerinin yetmediği yerde olayı her yönüyle görünür kılmak, halka bunun siyasetçilerin tercihleri sonucunda gerçekleştiğini anlatmak ve belediye için özelleştirmelerden çok daha iyi bir toplumsal alternatif olduğu konusunda ısrar etmekten oluşuyor.
Bu stratejinin birkaç aşaması vardı: toplumsal örgütlerle sendikaları bir araya getiren şehir çapında etkinlikler düzenlemek; toplu pazarlıkların sözleşme ve ihale sürecinin şeffaflaştırılması, yönetim ve hizmetlerin iyileştirilmesi ve sorgulanabilir hale getirilmesi gibi konuları da içerecek şekilde genişletilmesi, ve son olarak da çalışanların katılımcı olması, eğitilmesi geliştirilmesi. Sendikanın stratejisi, üyelerini toplumsal hizmetlerin bilgili ve istekli çalışanları olarak görmekti. Bu yaklaşım işçilerin istihdam durumlarının ve koşullarının güvende olmasını gerektirmekteydi – ancak o zaman çalışanlar bu bilgiyi ve bağlılığı, kamu hizmetlerinin geliştirilmesinin temeli olarak paylaşacak kadar güvende hissederlerdi.
UNISON’un (1,3 milyon üyeyle Britanya’nın en büyük kamu hizmeti sendikası) Newcastle şubesinin genel sekreteri Kenny Bell, “zorunlu kesintiler”e karşı mücadele vermişti. Bu mücadelenin sonucunu Newcastle’daki üst düzey bir yöneticinin sözleri çok güzel anlatıyor: “Eğer yanlış şeyler yaparsak, ve bunları düzeltemezsek Kenny’nin konuyu gündeme taşıyacağını biliyorduk.”
Burada esas farklılık yaratan şey, bu ittifakların kendi otonom siyasi görüşlerinin olmasıdır; güçlü ve geniş bir etki yaratmalarının kaynağı da budur.
Bu tür bir katılımcı politikleştirme süreci, sendikaların taleplerinin gerçekleşmesi için siyasi partiler üzerinde baskı kurmak için geleneksel olarak kullandığı lobi çalışmalarından çok daha farklı süreç. Su ve yerel yönetimler örneklerinde görüldüğü gibi bu kampanyalar Uruguay, Brezilya ve Norveç’teki siyasi partilerin kararlarına meydan okudu ve onları değiştirdi, hatta ulusal ölçekte seçim sürecini ve seçmenleri etkiledi.
Verdiğim örnekler bazı açılardan sıradışı. Peki bunlar zamanın ötesinde birkaç örnek mi, yoksa daha da yaygınlaşma eğilimi gösteren modeller mi?
SİYASAL GELENEKLER VE ORGANİK BAĞLAR
Bu örneklerde sendikaların siyasal karakterlerini açıklayan faktörler nelerdir? Uruguay ve Brezilya’da su mücadelesine katılmış olan sendikalar siyaset yapmayı öğrendi ve diktatörlüğe direnmek için diğer toplumsal hareketlerle işbirliği geliştirdi. Su işçileri ile suyu kullananlar arasındaki ilişkiler sayesinde sendikaların ruhları yeniden canlandı. Uruguay’daki su işçileri sendikasının eski başkanı Adriana Marquiso “Bizim için kırsal alandaki su sorunları çok hassas bir konu” demişti: “Topluma ait su şirketi olan OSE’ni en ufak köylerde bile çalışanları var. Bu insanlar orada doğan, orada büyüyüp orada yaşayan insanlar, bu yüzden aynı zamanda su sorunundan etkileniyorlar. Su çok yaşamsal olduğu için su tedarikine diğer herhangi bir iş gibi bakılamaz”
Özelleştirme tehdidi, birer çalışan ve yurttaş olarak sendika üyelerinin aralarındaki ilişkiyi harekete geçirdi ve siyasallaştırdı. Aynı şekilde Newcastle’daki UNISON üyelerinin de yurttaşlarla yakın ilişkileri ve önceden var olan bir otonom siyaset geleneği vardı.
Toplumla yakın, organik ilişkiler kurmak, örgütlenmek ve daha geniş ittifaklar kurmanın yolu, işgücünün yapısı kavrayabilmekten geçer. UNISON üyelerinin yüzde 70’i kadındır, ve çoğu part time çalışmaktadır. Onların öncelikleri toplumla işyeri arasında bir bağ oluşturmaktadır. Newcastle şubesi, toplu pazarlıklarda talep edilecek şeyler için düşük maaş alan kadın üyeleri arasında bir anket yaptığında, ücretsiz ya da çok düşük ücretli, ve aynı zamanda kaliteli çocuk bakım hizmetine erişimin en büyük öncelik olduğunu gördü.
İşgücünün doğasını değiştirmek için bütünleyici bir öneme sahip bu tarz bir -iş-toplum bağlantısı bazı sendikaların, örgütlerini işyerinin dışına da genişleterek değiştirme hedefleri için bir temel olabilir. Newcastle UNISON da denetimsiz kapitalist pazarın ekonomik diktatörlüğüne direnmek için otonom politikalar geliştirdi. 1980’lerde yerel kiracılar federasyonuyla beraber çalışarak hizmetleri iyileştirmek için stratejiler geliştirdi. Toplu pazarlıkları, kamu ihalelerine katılan özel yatırımcıların sağlayamadığı toplumsal öncelikleri de içerecek şekilde genişlettiler.
BİLGİNİN DEMOKRATİKLEŞTİRİLMESİ
Bilgiye ve onun organizasyonuna dair belirgin bir anlayışın geliştirilmesi, katılımcı siyasallaştırmanın temelidir. Sendikal hareketin endüstriyel ve siyasi kanatları arasındaki geleneksel iş bölümü tarihsel olarak bilginin son derece kısıtlı bir algılanışıyla, toplumsal bilimsel yasaların sadece uzmanlar tarafından bilinebileceği görüşüyle desteklenmektedir. Bir işçinin pratik yöntem bilgisi veya bir hizmet tüketicisinin tecrübelerine ve arzularına dayanan içgörüleri bilginin meşru bir kaynağı olarak algılanmamaktadır.
Artık hangi bilginin ve kimin bilgisinin önemli olduğu hakkında daha çoğulcu bir anlayış var, ancak yine de örgütlü işçilerin ve diğer toplumsal hareketlerin aktörlerinin bilgilerine çok önem verildiği söylenemez.
İLİŞKİSEL KOLEKTİFLİK: PAZARIN ATOMLAŞTIRILMIŞ BİREYSELLİĞİNİN ÖTESİ (Türkçesi çok güzel olmadı kabul ediyorum)
Sendikalar ve toplumsal örgütler arasında oluşmakta olan ittifaklara baktığımızda, ayırt edici bir politika görüyoruz. Bu, bireysellik ve kolektiflik arasındaki ilişkiyi de ilgilendiriyor. Bu ayırt edici politika, farklı bir kolektiflik-bireysellik ilişkisidir.
Bu gelişmenin, farklılaşmış ve siyasal partilerden bağımsızlaşmış (ve neo-liberalizme çok tavizler vermiş) sendikacılık için önemini Blair’in korkunç ama açıklayıcı otobiyografisini okuduğumda kavradım. Yeni İşçi Partisi ve Yeni Sol tanımını yaparken “sol yeterince soluk alamıyor” demiş ve “Britanya, Thatcher döneminin endüstriyel ve ekonomik reformlarına ihtiyaç duyuyor” demişti. Ona göre 1960’larda refah devletinin yardım ettiği insanlar özgürleşmişlerdi. Artık daha fazla devlet yardımı değil, “daha fazla para kazanma ve harcama özgürlüğü” istiyorlardı. Başka bir deyişle, soluk alma kavramını çok dar bir şekilde, asosyal bireycilik olarak algılamıştı.
Gözgen kaçırdığı şey (ve Yeni İşçi Partisi’nin devleti yanlış anlayışı) bu soluğun, aynen 1960’lar ve 70’lerdeki gibi bireyin toplumsal anlayışını da içerebileceğiydi. Örneğin, o dönemde ortaya çıkan feminizm, kadınların birey olarak potansiyellerine ulaşabilmeleri için verdiği mücadeleyle yeni bir soluk getirmiş, toplumsal değişimin gerçekleşmesinin herkesin sorumluluğunda olduğunu göstermişti. Bu algıya göre bireyler hem sosyal ilişkiler tarafından şekillendiriliyor, hem de aynı zamanda onları yaratıyor, değiştiriyor, dönüştürüyor ve yeniden yaratıyor.
1960’lar ve 70’lerin özgürlükçü politikalarını anlayamayıp veya ciddiye almayıp soğuk savaşın pazar ve market çatallanmasında takılıp kalmak, sosyal demokrat partilerin kendilerini yenileyememesinin esas nedeniydi, ancak bu başka bir yazı konusu.
Hem işçiler, hem de yurttaşlar olarak, üyelerinin pratik bilgilerini ifade edebilen ve onlara yardımcı olan, böylece yaratıcılıklarını kullanmaları için gerekli koşulları sağlayan bir sendikacılık, otonom ve politikleşmiş bir sendikacılığın oluşması için merkezi bir öneme sahiptir. İşte o zaman, kamu kaynakları yönetimi, kullanıcılarının farklı taleplerine duyarlı hale dönüştürürken, onları üreten ve dağıtan insanların da yeteneklerinin tamamı kullanılmış olur.