Londra’daki Occupy London hareketinin çıkardığı The Occupied Times of London gazetesinin dördüncü sayısından seçmece yazılar:
—Çalışan bir topluluk
Stacey Knott
Londra’yı İşgal Et Hareketi dördüncü haftasına girerken şehirdeki ikinci kamp olan Finsbury Meydanı kampı da büyüdü ve gelişti. Artık içinde bir otel, bir bisiklet atölyesi ve hatta evsizlere yardım etmek isteyen bir çalışma grubu bile var.
Finsbury Meydanı’ndaki işgalcilerden Cohor Hohan, hareketin artık mekanını tanımlamaya başladığını söylüyor. Conor, kamptaki işgalcilerin kaldığı çadırların yerleri ve çadır kapasiteleriyle ilgilenerek alanda maksimum sayıda insanın kalması için uğraşan bir çalışma gurubunda. Geliştirdikleri yöntem ise içinde boş yer olan çadırların üzerine bir işaret koymak. Böylece yeni işgalciler hangi çadırlarda kalabileceğini rahatça buluyor.
Kamptaki otel ise Londra’nın tek ücretsiz oteli. Gece geç saatlerde gelenler, 6 kişilik kapasitesi olan bu otelde geceyi geçirdikten sonra gündüz boş bir çadıra yerleştiriliyor.

St. Paul Katedrali Kampı
Bütün bu çalışmalara rağmen kampın kapasitesi tamamen dolmuş durumda. Artık çözüm olarka 2 kişilik ufak çadırları kaldırıp onlardan boşalan yere daha büyük çadırlar koyuluyor. İnsanlar tanımadığı insanlarla aynı mekanda zaman geçirmekten şikayetçi değil, çünkü bu sayede diğer işgalcilerle tanışma imkanları oluyor.
25 yıldır evsiz olan Ace MacCloud ise kamptaki bisiklet tamir atölyesini kuran kişi. Burada işgalcilerin, hatta sokaktan geçen herkesin bisikletlerini ücretsiz olarak tamir ediyor. Zaman zaman bisikletine atlayarak St Paul’daki kampa da gidip oradaki bisikletleri de tamir ediyor.
***
Şehir nasıl işliyor?
Rory Mackinnon, Londra şehir yönetiminin nasıl seçildiğini merak etti ve araştırdı
Londra’da yaşayan herkes, yerel seçimlerde bir oy kullanma hakkına sahip. Buna karşılık Londra’daki şirketler de yerel seçimlerde oy kullanabiliyor, üstelik şirket başına 79 oya varan sayılarla. ‘Kalifiye insanlar’ ise (mesela üst düzey şirket yöneticileri) kişi başı 2 oy kullanabiliyor.
Böyle karmaşık bir oy sisteminde şirketler ve insanlar toplamda kaçar oy kullanıyor diye merak ediyorsanız hemen söyleyelim: 2009’daki seçimde yerel birimlerde şirketlerin kullandığı oylar 24 bin iken kent sakinlerinin kullandığı oy ise sadece 9 bindi. Yani yerel yönetimlerin nasıl oluşacağına artık şirketler tek başlarına rahatlıkla karar verebiliyor.
Ancak bu oyların belediye başkanı seçimine hiç bir etkisi yok. Bu hak, sadece Londra’daki şirket odalarına ait. Belediye binasında buluşan temsilciler bir araya gelerek belediye başkanını seçiyorlar.
Peki az önce bahsettiğimiz oylar nereye gidiyor? Oylar şehrin 25 bölgesini temsil eden 25 yaşlı üye ve 100 kişiden oluşan bir belediye meclisini seçmek için kullanılıyor. Belediye meclisi üyesi olmak için şehirde toprak sahibi olmak şart. Ayrıca bu üyelerin aday olabilmesi için de az önce bahsettiğimiz şirketlerden izin almaları gerekiyor.
Şirketlerin bu kadar etkili olduğu Londra Şehri Kurumu’nun kendine özel bir polisi de var. Bizi kamplarımızdan kovmak için elinden geleni yapan da, karşı çıktığımız düzenden kâr eden şirketler tarafından kontrol edilen Londra Şehri Polisi. Şimdi neden bu şehrin yönetiminin demokratik söyleme tahammül edemediğini anladınız mı?
***
Medyanın mitleri
David Robinson, Britanya medyasının Occupy London hareketiyle ilgili yaydığı mitleri anlatıyor
KİLİSEYİ KAPANMAYA ZORLADILAR
St Paul’ün 2. Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa kapılarını kapatması dikkat çekici bir olay. Kapıların kapanmasıyla başlayan sürecin sonunda Piskopos Graham Knowles istifa etmek zorunda kalmıştı. Ancak katedralin kapılarının kapanması tamamen bizim isteğimiz ve irademiz dışında gerçekleşti. Kilise yönetimi kampçıların yarattığı “sağlık, güvenlik ve yangın” tahlikeleri nedeniyle kapattığını açıklarken kampımızı teftişe gelen Londra Sağlık ve Güvenlik Birimi ile Londra İtfaiyesi tek bir tehdit bile bulamadılar. Kamp katedralin girişini kapatmayacak şekilde kuruldu, hatta kilisenin isteği üzerine yangın çıkışlarının bile önü açıldı. Kilise, hiç bir geçerli bahanesi olmamasına rağmen bize suçluyor, ancak kilisenin kapanmasına karar verenler, St Paul Mütevelli heyetinde bulunan şirket temsilcileriydi.
PROTESTOCULAR YA ORTA SINIF ÖĞRENCİLER YA DA İŞSİZLİK MAAŞIYLA GEÇİNEN TEMBELLER
Medya bu iki yakıştırmadan hangisini bize daha uygun gördüğüne bir türlü karar veremedi. Oysa kamptaki insanların sınıfları, ırkları, milletleri ve iş durumları birbirinden oldukça farklı. Hareketimiz ne bir siyasal parti, ne de sınıf odaklı bir hareket. Ortak noktamız finansal sektörün umursamazlığına ve kurumsal açgözlülüğe karşı çıkmamız. Bunlar siyasal bağlılıkları da, sınıfı da aşan olgular. Aramızdakilerin çoğu çalışıyor, bazıları işsiz, bazıları ise kriz döneminde işsiz kalmış insanlar. Kamptakiler arasında öğretmenler, askerler, eski bankacılar ve müzisyenler de bulunuyor.
HALK İŞGALCİLERİ DESTEKLEMİYOR
Yapılan anketlere göre halkın büyük çoğunluğu bizi destekliyor. UCM ve Yougov’un yaptığı anketlerde sırasıyla yüzde 38 ve yüzde 26’lık bir kitlenin bizi desteklemediği ortaya çıktı. Guardian okurları arasındaki desteğimiz yüzde 82 iken Daily Telegraph gazetesinin bile okurlarının neredeyse yarısı bizi destekliyor.
***
İşgal hareketi gündemdeki söylemleri nasıl değiştirdi?
David Robinson
Sky News kanalında Adam Boulton’un Londra’yı İşgal Et hareketini, 2. Dünya Savaşı sırasında Fransa’yı işgal eden Nazilere benzetmesi bir yandan Boulton’ın nasıl bir insan olduğunu gösterirken diğer yandan da statükoyu savunmak isteyenlerin işgal hareketi karşısında ne kadar çaresizleştiklerini gösteriyor (aynı örnek gizli termal kameralarla çadırları izleyip, yanlış ayar yaptığı için çadırları boş zanneden muhabirler için de geçerli). Neden bu kadar endişeliler? Çünkü yıllardır kendi tekellerinde tuttukları tartışmanın terimlerini ve zeminini değiştiriyoruz.
2008 yılında kriz başladığından beri ulusal, hatta küresel çapta tartışmalar tasarruf önlemleri, kemer sıkma planı, tahviller gibi terimlerle yürütülüyordu. Bu durum – sıkıştıkları zaman, krizin nedeninin finans sektöründeki sorunlar değil hükümet harcamaları olduğunu söyleyen parlementodaki arkadaşlarından yardım isteyerek, işlerini aynı şekilde devam ettirmeye çalışan – finansçıların işine geliyordu. Medya da bu söylemin dışına çıkmayarak tartışmayı bu şekilde çerçevelemişti. Tarih boyunca finansal açıdan zor dönemlerden geçerken sosyal harcamaları kısmanın hiçbir zaman işe yaramamış olmasına rağmen ana akım partilerdeki siyasetçiler seçim kampanyaları boyunca ne kadar kişiyi işten çıkartacaklarını, ne kadar hizmete son vereceklerini duyurarak oy toplamaya çalışıyorlardı. Oysa günümüzdeki finansal krizin nedeni sosyal harcamalar değil, bankaların ve finans sektörünün denetlenmemekte oluşudur. Bunları düzenlemek yerine toplumsal harcamaları kesmek krizin varoluş nedenini daha da güçlendiriyordu, ancak basının yansıttığı tablo bunun tam tersiydi.
Bu büyük resim, 15 Ekim’de Londra’yı İşgal Et hareketinin başlamasıyla birlikte değişti. Kriz başladığından beri söylenmesi gereken lâkin söylenmeyen şeyleri söylediğimiz için insanların ilgisini çektik. Hiç beklemediğimiz Daily Telegraph ve Daily Mail gibi gazetelerde bile “St Paul’daki protestocuların halkı olduğunu söylemek için Marksist olmaya gerek yok”, “eğer bankalar kârlarını yoksul halka dağıtmazken yaptıkları hataların bedelini niye yoksul halk ödesin?” gibi yazılar yayınlandı. BBC’nin ekonomi editörü protestocuların sıradan halk olduğunu söyledi ve “burada dondurucu koşullarda kampta kalan her insana karşılık onlarca insan da sıcak evlerinde aynı şeyleri düşünüyor” dedi. Hakkımızda konuşup bunları söylemeleri aslında haklılığımızın bir beyanı.
ABD’deki bir araştırma da Wall Street’teki işgalcilerin medyayı dönüştürmede ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor. Araştırmaya göre 3 büyük TV kanalında işgal hareketi başlamadan 3 hafta önce “borç” kelimesi 7.500 kere kullanılırken işgal hareketi başladıktan 3 hafta sonra “borç” kelimesi sadece 398 kere kullanılıyor; onun yerine “iş imkanları”, “işgal” ve “Wall Street” sözcükleri listenin tepesine yükseliyor.
Dahası, bu hareket sayesinde medya ilk defa krizi finans uzmanları ile değil de krizin mağdurlarıyla konuşur oldu. Canlı yayınlanan Piers Morgan Tonight programına krizden en çok etkilenen insanlar seyirci olarak çağırılırken gecenin konuğu işgal hareketlerini destekleyen ünlü belgeselci Michael Moor’du. Bu yeni çerçeveleme sayesinde halk krizin gerçek nedenlerini görme imkanına kavuştu, ve (anketlerin de gösterdiği üzere) protesto hareketlerine daha fazla destek vermeye başladı.
Tabi ki medyada bizim aleyhimize çok sayıda yayın var. Bunu anlayabiliyoruz, çünkü bu sistemden faydalanan insanlar kurdukları dünya çökmekte olduğu için kendilerini tehdit altında hissediyorlar. Bazılarının ise kafası karışık. Çünkü kullanmakta olduğumuz sistem (hep beraber tartışıp ortak karar verme mekanizması) nedeniyle medya bizden almak istediği çarpıcı, haberin satılmasını kolaylaştıracak söylemleri alamıyor. Somut taleplerimizin olmaması onlar için sıradışı, çünkü daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamışlardı; siyasi partiler veya toplumsal örgütler bir araya geldikleri zaman taleplerini açıklardı. Oysa bizim işgal etmemizin nedeni neyi istediğimizi biliyor olmamız değil, neyi istemediğimizi biliyor olmamız. Bu somut taleplere ulaşmayacağımız/ulaşamayacağımız anlamına da gelmiyor. Neyi istediğimizi beraber düşünerek bulacağız. Kampta oturup tartışarak bir çok konuda karara varıyoruz, Londra Şehri Kurumu’na somut taleplerimizi iletmemiz bunun bir örneği.
Kamptan çıkan her karara katılmanıza gerek yok. Önemli olan insanların bu sistemin temellerini oluşturan şeyleri tartışmasına karşı çıkmamanız. Kampın varlığı bu tartışmaların gerçekleşebileceği bir alan yarattı, ve halkın ilgisi de tartışmaları besliyor.
***
Kara gün dostu
Natalia Sanchez-Bell ve Steven Maclean
St Paul Katedrali’nin hademesi, işgalin katedrale etkisini anlatırken göz yaşlarına boğulmak üzereydi. Dediğine göre bir çocuk sergisi ve at arabasıyla yapılacak bir düğün gibi planlanmış bazı aktivitelerin iptal olmasına engel olmuşuz.
Protestocular iptallere üzüldüklerini, ancak bu gibi tatsızlıkların yüzde 99’un çektiği çileyle eş tutulamayacağını söylediler cevap olarak. Tam da o sırada hademe, büyümekte olan kalabalık içinde tanıdık bir yüz gördü ve ona seslendi: “Seni tanıyorum James, yıllardır seni besliyoruz, yemek veriyoruz!” dedi uzun kızıl saçlı bir adama.
“Evet” diye cevapladı James, belirgin Liverpool aksanıyla. “yıllardır sadece sadaka gibi önüme yemek koyuyorsunuz, ama bir kere bile nasıl olduğumu sormadığınız. Artık bu güzel insanların varlığı sayesinde kendimi yalnız hissetmiyorum; kilise sayesinde değil.”
James McMahon 48 yaşında, 12 yıldır evsiz ve St Paul çevresinde yaşıyor. Kampta tanıdık bir yüz haline geldi. “Liverpool’daki eşimden ayrıldıktan sonra evsiz kaldım, farklı yerlerde barınmaya çalıştıktan sonra St Paul’e geldim” diyor James.
Protesto kampını ilk kurduğumuzda James olan bitenin pek farkında değildi. “İlk başta kiliseyle ilgili bir şeye geldiğinizi sandım. Eylem olduğunu farketmemiştim bile. Gazete okumam, radyo dinlemem. Özgür ruhlu bir hayat sürüyordum. Sonra protestocularla sosyal ödeneklerin kesintisi, büyük kurumların vergi kaçırması ve bankaların oynadıkları kumarlar hakkında konuştum ve olan biten haksızlıkları öğrendim. Burada insanlar hızlıca bir araya gelip hareket edebiliyorlar. Bunu da sevgi dolu ve mütevazi bir topluluk olarak yapıyorlar.”
St Paul kampındaki topluluk büyürken James’e de büyük destek vermiş: “Onların bir parçası olmayı reddetmem aptallık olurdu. Artık hepsi benim arkadaşım. Dahası kampın mutfağında çalışmak, bana bu hayatta bir şeyler başarabileceğimi gösterdi.”
James yıllar boyunca kendisine yemek veren kilisenin aslında bunu bir mecburiyet gibi yaptığını, Hristiyan öğretisine uygun bir şekilde kendisini kucaklamadığını anlatıyor: “Mesela merdivenlerde uyurken her sabah 06:30’da ‘merdivenleri siliyoruz’ diyerek beni uyandırıyorlar. Oysa etrafımdan silmeye devam edebilirler. Ayrıca burası bir toplum kilisesinden çok turist çekim merkezi olmuş. Benim etrafta görünmemi istemiyorlar. Londra güzel bir şehir olduğu için bu güzelliği bozacağımızı düşünüyorlar. Önümüze yemeği atıp gidiyorlar. Oysa bu kamptaki insanlar benimle oturup sohbet ediyor.”
***
İyi polis – kötü polis
Barney Mitchel
Londra’yı İşgal Et hareketi olarak sürekli polis ile görüşme halindeyiz. Bir yandan kamp alanımızın güvenliği için sağlıklı bir ilişki kurmaya çalışırken öbür yandan da karşılıklı çatışmadan kaçmaya çalışıyoruz. Ancak aktivistler olarak kendimizi polisin rolü hakkında sorgulamamız lazım.
Neden savaşa gidecekmiş gibi giyinmiş çevik kuvvet tipi polisler daha sıradan görünümlü, konuşkan ve sıcak kanlı polislerle değiştirildi? Kampımızın etrafında sürekli dolaşan bu polisler bizim arkadaşımız ve potansiyel müttefikimiz olabilir mi? Polisler tam olarak kimlerdir ve toplumdaki rolleri nedir? Onlara nasıl davranmalı ve nasıl iletişim kurmalıyız? St Paul kampındaki varlığımız kalıcılaştıkça bu sorulara cevap bulmamız gerekecek.
SERTTEN YUMUŞAĞA TAKTİK DEĞİŞİMİ
15 Ekim’de Londra’yı İşgal Et hareketi olarak Londra Borsası’na yürürken polis önümüzü kesti. Polisler tamamen savaş donanımlarıyla gelmişlerdi. Büyük polis güçleriyle çevrilen barışçı hareketimizin içinden 8 kişi gözaltına alınmıştı.
St Paul’ün eteklerine yerleştikten sonra ise polis şiddet kullanmadı. Çünkü ‘kilisede haklı protesto yapan eylemcileri döven polis’ imgesinin kendi desteklerini azaltırken bize olan desteği arttıracağını biliyorlar.
Şu anda büyük bir istihabarat toplama çalışması yapıyorlar. Kampın etrafında arkadaş canlısı bir şekilde dolaşarak eylemcilerle sohbet ediyorlar. Bazı eylemciler de bu polislerin çok iyi insanlar olduğunu, zaten onlara en başından ‘kamu emekçileri’ olarak bakmamız gerektiğini, bu polislerin eylemi aslında desteklediklerini söylüyorlar.
KAMU EMEKÇİSİ DEĞİL, POLİS!
Lâkin esas olay polis memurlarının dostane veya kaba, sempatik veya antipatik olmaları değil. Sonuçta onlar polisin bir üyesi. Bireysel eğilimlerinin ardında, hepsi statükoyu korumak ve ona hizmet etmek için çalışıyorlar.
Ayrıca Britanya dünyanın en büyük gen veribankasına sahip ve polisin Kriminal İstihbarat Birimi hangi genlere sahip kişilerin toplumsal muhalefete veya isyana yatkın olduğunu, kimin hangi görüşü destekleme ihtimalinin yüksek olduğunu genlere bakarak söyleyebiliyor.
YIKMAK İSTEDİĞİMİZ KURUMLARIN KUKLASI
Sonuç olarak polis, Londra’yı İşgal Et hareketimizin karşı çıktığı yapılar tarafından kendilerini korumak için yaratılmış bir kurum. Bu yüzden polis hiçbir zaman tarafısz bir kuvvet olamaz. İkna olmayan ve karşı çıkan halka karşı devletin kullanabileceği geniş bir baskıcı yasalar yelpazesi var. Tek tek polis memurları ne kadar sempatik gözükürse gözüksün polis kurumunun tek rolü statükoyu korumaktır: Günümüz Britanyası’nda bu, bankaları, tekel şirketleri ve kapitalizmden faydalananları koruyacağı anlamına geliyor. Britanya polisinin uzun tarihi de bunun bir kanıtıdır.