KRİZİN ARDINDAN İŞÇİ PARTİSİ YALANLARIYLA YÜZLEŞİYOR
İşçi Partisi’nin 1970’lerden 1990’lara kadar verdiği kararların yanlışlığı 2008 kriziyle birlikte ortaya çıktı: Parti yöneticileri ekonomik verileri yeterince incelemeden, üyelerinin çoğunun çalıştığı üretim sektörüne sırtını dönmüş ve gücünü abarttıkları finans sektörüyle kucaklaşmıştı
ROBIN RAMSAY
BİRGÜN İÇİN ÇEVİREN: ONUR EREM
Keynesçi ekonomi anlayışına göre merkezi hükümet yatırım ve tüketime müdahale ederek toplumdaki talebi daim kılmalı ve böylece ekonomik krizleri önlemelidir. 2. Dünya Savaşı sonrası Britanya’daki partilerin hepsi bunu kabul etmişti.
1970’lerde çok uluslu şirketlerin Birleşik Krallık’ta fabrikalar açmaya başlaması ve ülkenin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) üye olması, İşçi Partisi’nin ulusal yönelimli ekonomik politikaların hâlâ mümkün olup olmadığını sorgulamaya itti. Ülkenin Avrupa Birliği’ne girişi de parti içinde daha karmaşık siyasi tartışmalara yol açtı.
1976’da Başbakan olan İşçi Partili James Callaghan Almanya’daki gibi bir endüstriyel ilişkiler sistemi kurmak istiyordu. Günümüzde bu düşünce tamamen unutuldu. Hatırlanan tek şey, Keynesçilerin enflasyon ve işsizlik arasında kurduğu ilişki.
Britanya siyasal ekonomisine dair hakim anlatı, 1970’lerde İşçi Partisi’nin enflasyon ve ekonomik durgunluk nedeniyle ekonomik talep yaratamadığını anlatır. 1976’da ülkenin Uluslararası Para Fonu (IMF) ile kredi anlaşması imzalaması ülke için bir aşağılama olarak görülür. Anlatıya göre Başbakan Callaghan’ın bir konferansta yaptığı konuşma ise klasik İşçi Partisi politikalarının son nefesiydi:
“Hükümet harcamalarını artırarak ekonomik krizden çıkabileceğimizi düşünürdük. Ama artık anladık ki, bu uygulama geçerliliğini yitirdi. Ekonomiye büyük miktarlarda para enjekte etmek, büyük miktarda enflasyonu getiriyor. Bu da işsizliği arttırıyor. Ülke tarihinin en yüksek enflasyonlu döneminden çıktık, ama bunun getirdiği yüksek işsizliği aşamadık. Son 20 yılın tarihi budur.”
Bu büyük bir saçmalıktı. Callaghan’ın bahsettiği son 20 yılı incelediğimizde 1956’da enflasyonun yüzde 5, 1866-70 dönemindeki İşçi Partisi iktidarında yüzde 5’ten az olduğunu görüyoruz. Buna karşılık 1980-1997 arasındaki Muhafazakar Parti, para arzını kontrol ederek enflasyonu da kontrol edeceğini iddia etmesine rağmen enflasyon yüzde 5’ten fazlaydı.
Callaghan’ın konuşmasında değindiği enflasyon ise 1970’ler ortasında yüzde 25’e kadar çıkan, petrol krizi nedeniyle diğer ülkelerde de gözlenen enflasyondu. 1973 yılında petrolün fiyatı bir anda 3 katına çıkmıştı. Bir diğer neden de, 1970-74 yılları arasında iktidarda olan Muhafazakar Partili Başbakan Edward Heath’in AET’ye girmeye çalışan Birleşik Krallık’ın şirketlerine rekabet kolaylığı sağlamak amacıyla poundun değerini düşürmesiydi.
ENFLASYONUN NEDENİ MUHAFAZAKAR PARTİYDİ
1960’larda Birleşik Krallık’taki büyük bankalar rahatsızdı. Ödemeleri gereken çok sayıda vergi, sigorta varken bir de yabancı bankaların rekabetine maruz kalmaya başlamışlardı. Faaliyetleri ise hükümet tarafından sınırlandırılmıştı. 1971’de İngiltere Merkez Bankası, Rekabet ve Kredi Kontrolü (RKK) uygulamasına geçerek hükümetin bankalara getirdiği kredi verme limitini kaldırdı. RKK ile ekonomi, faiz oranını değiştirerek kontrol edilecekti. Böylece bankalar istedikleri kadar kredi verebilecek, piyasada çok fazla para olduğu zaman da faizleri arttırarak kontrolü sağlayacaktı.
Ancak bu krediler, Heath’in arzuladığı gibi endüstriyel yatırım için kullanılmadı. Aksine, emlak spekülasyonu çoğaldı, tüketici borcu arttı, ufak bankalar türedi ve battı. RKK politikası büyük bir felaketle sonuçlandı. 1973 yılında sonlandırıldığı zaman para arzı yüzde 62 artmış ve Britanya son 100 yılın en büyük bankacılık krizini yaşamıştı.
1975-76 yılında oluşan enflasyonda bu bankacılık krizinin de etkisi vardı. Callaghan ve İşçi Partisi sözcülerinin 1976 yılındaki enflasyonun oluşmasına neden olan Muhafazakar Parti politikalarını görmezden gelip bütün suçu kendi üzerine almalarının nedenini hâlâ kimse çözemedi.
PARASALCILIK YIKIM GETİRDİ
1976’da Birleşik Krallık ve IMF arasında imzalanan anlaşma kamu harcamalarında kesintinin yanı sıra bankaların kredi vermesini tekrardan sınırlandırıyordu. Muhalefetteki Muhafazakarlar ise dizginleri bırakılan bankacılığın bir daha kontrol altına alınamayacağını söylüyorlardı. Parasalcı politikaların en ateşli savunucuları olan Margaret Thatcher, Geoffrey Howe ve Nigel Lawson’un the City’de çalışıyor olmaları da önemli bir ayrıntı (the City: Londra’nın Wall Street’i olarak tanımlayabileceğimiz, kentin merkezinde yer alan en eski bölgesi. 1700’lerde 200 bin olan nüfusu, bölgenin finans merkezine dönmesi nedeniyle günümüzde 7 bine inmiştir. Gündüzleri 350 bin kişi çalışmak amacıyla the City’ye gelir).
Parasalcılar bankaları suçlamamak için tartışmayı kredi yaratımından para arzına çektiler. Bu ikisi kulağa birbirine yakın şeyler gibi gelse de siyasal etkileri çok farklıydı. Krizin sorumlusu olarak para arzı gösterildiği zaman, hükümet harcamaları da bu kapsamda değerlendirilerek enflasyonu yaratanın aslında hükümet olduğu iddia ediliyordu.
1979’da iktidara gelen Thatcher’ın hazırladığı 1979-81 Hükümet Harcama Planı’nın ilk cümlesi, parasalcıların bakışlarını özetliyor: “Britanya’nın yaşadığı ekonomik sıkıntıların temelinde kamu harcaması vardır”. Thacther RKK uygulamasını geri getirerek, kredi yaratımını faizi değiştirerek kontrol edeceklerini duyurdu.
THATCHER POLİTİKALARI ÜRETİMİ BİTİRDİ
Thatcher’ın Ekonomi ve Maliye Bakanı Geoffrey Howe’un 1980 bütçesiyle birlikte kurlar serbestleştirildi ve refah Birleşik Krallık’ı terk etmeye başladı. Teoriye uygun olarak para arzını kontrol etmek için faiz yüzde 17’ye çıkartıldı, böylece poundun değeri artmaya başladı. Yükselen pound nedeniyle ihracat yapamayan Birleşik Krallık’ta dış ticaret açığı oluştu. Yabancı ürünlerle rekabet edemediği için üretim sektörü küçülmeye başladı. Bazı zeki insanlar bunun sorun olmadığını yazıyordu o tarihte. ABD’nin de aynı yolu izlediğini yazan bu kalemler üretimin bitmesinin doğal bir süreç olduğunu, endüstrileşmeden sonra küreselleşme ve finansallaşma geldiğini iddia ediyorlardı. Oysa Birleşik Krallık’ın yaşadığı, 2. Dünya Savaşı öncesi ekonomisiyle aynıydı: enflasyonu azaltmak için işsizlik yükseltiliyordu. Yoksul halk harcayamayınca fiyatlar düşüyordu. Diğer yanda ise artan faizler zenginleri daha da zengin kılıyordu.
ZENGİN ÜRETİCİLERİN GÖZÜ KORKTU
1981’de Britanca Endüstrisi Konfederasyonu Başkanı Sir Terence Beckett Thatcher hükümetinin üretimi bitirme hamlesine karşı tüm güçleriyle savaşacaklarını açıkladı. Ancak zengin üyelerin hiçbiri hükümetle böyle bir savaşa girecek cesarete sahip değildi. Büyük firmaların bir kısmı Konfederasyon’dan çekildikten sonra Beckett söylediklerinin arkasında duramadı.
İşçi Partisi finans ile endüstri arasında bir çıkar çatışması olduğu tezini sahiplenmişti. Ancak 1980’lerin ortalarına doğru parti liderleri the City’i karşılarına almaktan ve the City’in ekonomik anlatısının egemenliğine meydan okumaktan korkar hale geldi. Bir süre sonra liderler, “Aslında Britanya’nın üretim sektörüne ihtiyacı yok” fikrini yavaş yavaş parti tabanına yaymaya başladılar. Onlara göre gelecek hizmet sektöründeydi.
İşçi Partisi’ni the City ile en büyük kucaklaşması 2007’de Gordon Brown döneminde oldu. Brown the City’de yaptığı konuşmasında şunları demişti: “Yıllardır the City’nin gelişmesini takip ediyorum. Her yıl üstüne koyarak, büyük efor, yaratıcılık ve özgünlükle the City dünyanın lider kenti olacak. Devir, the City’nin altın devri”.
‘ALTIN DEVİR’ DEDİ, ÜLKE BATTI
Bu konuşmadan bir yıl sonra Britanya ekonomisi battı. Finans sektörü ve bankalar Britanya’yı batırdı demek daha doğru olur. Muhafazakar Parti politikalarını taklit eden diğer ülkelerde de finans sektöründeki denetimlerin azaltılması büyük çaplı bir küresel krize yol açtı.
Keynesçi ekonomi yapısı aslında tamamen yok olmamıştı. 1940’lardan beri hiçbir yönetici bırakınız yapsınlar düşüncesiyle devleti etkisizleştirme politikasına sahip değildi. 1980’ler ve 90’larda the City’nin uluslararası finans merkezi olarak ortaya çıkması, 1980’lerde kurun serbest bırakılmasıyla Britanya sermayesinin uluslararasılaşması, AB ve Dünya Ticaret Örgütü’ne üyelik – bütün bunlar yurtiçi yönelimli hükümet politikalarını zorlar. Zorlar, ama imkansız da kılmaz. Örneğin Almanya da AB ve DTÖ üyesi, ama iç üretimi teşvik eden devlet-ekonomi yapısına sahip. İşçi Partisi siyasetçileri, ellerini kollarını bağlayan tehdidin the City’den kaynaklandığını iddia ediyor: İstediklerimizi yapmazsanız uluslararası bankalar ve the Birleşik Krallık’tan ayrılır.
Peki tek tehdit buysa the City’nin Britanya’yı terk etmesinin maliyeti ne olur? Bu sorunun kesin bir cevabı yok. Tahminler finans sektörünün tamamının Britanya GSYH’sinin yüzde 6’sı ile 8’i arasında olduğunu söylüyor. Finans sektörünün içinde ülkeyi terk edemeyecek bireysel bankalar, mortgage ve sigorta kurumları da bulunuyor ve bunların toplamı finans sektörünün yarısı ediyor. Yani, ülkedeki durumu beğenmeyip başka ülkelere kaçabilecek bütün firmaların büyüklüğü GSYH’nin yüzde 3’ü veya yüzde 4’ü yapıyor. Hepsinin bir anda gitmeyi göze alamayacağını da hesaba katarsak yüzde 2-3 gibi bir tahmin yapabiliriz. Bu neden önemli? Çünkü İşçi Partisi, izlediği ekonomik politikalarla üretim sektöründe her yıl yüzde 5’lik bir ufalmaya yol açmakta bir sorun görmüyordu. Aslında the City’nin uluslararası tüccarlarının Britanya ekonomisine katkısı, sadece turizm kadar.
İşçi Partisi liderlerinin en temel hatası 1987 yılındaki seçi kaybetmelerinin ardından iş dünyasına daha yakın olmaları gerektiğini düşünmek oldu. Kafalarında iş dünyasını the City ile özdeşleştirdiler. Oysa o dönemde üretim sektörü finans sektörünün üç katı büyüklüğe sahipti. Yeni İşçi Partisi’nin Tony Blair ve Gordon Brown gibi yöneticileri yerel ekonominin temsilcileri ile yeterince fikir alışverişinde bulunmadı.
ELLERİNDEKİ VERİLER YANLIŞMIŞ
Peki neden İşçi Partisi üyelerinin çoğunun çalıştığı ve desteklediği yerel üretim sektörü yerine finans sektörüne yakınlaştı? Bunu kimse bilmiyor. Ama benim tahminim finans sektörünün önemini abarttıkları yönünde. Konuyla ilgili araştırma yaparken 1994’te Yeni İşçi Partisi’nin ilk günlerinde Guardian gazetesinde İşçi Partisi – finans sektörü kucaklaşmasına yer veren bir yazıda finans sektörünün GSYH’nin 5’te birini oluşturduğu ifadesi dikkatimi çekti. Okudığımda gözlerime inanamadım! Haberi yapan gazetecileri aradığımda bu bilginin kaynağının İşçi Partisi Sözcüsü Alistair Darling olduğunu söylediler. Darling ise 1994’te Birleşik Krallık Merkezi İstatistik Ofisi’nin 1994’teki yayınını kaynak gösterdi. Bu kaynakta “finans, emlak, kira ve iş etkinliklerinin GSYH’nin yüzde 18.5’ini oluşturduğu yazıyordu. Yüzde 18.5’in 5’te bir olmamasını geçtim, bu tanımın finans sektörü veya the City’nin aktivitelerinden çok daha geniş bir kapsamı var. 1996’da Darling’in halefi Mike O’Brien açıklamayı daha da ileri götürmüş, the City’nin Britanya GSYH’sinin yüzde 18’ini ürettiğini söylemişti. Bundan 2 yıl sonra ise the City’nin halkla ilişkiler şirketi ülkedeki tüm finans sektörünün GSYH’deki toplam payının yüzde 7 olduğunu söylüyordu.
PriceWaterhouseCooper denetleme şirketinin 2010 raporunda ise ülkedeki finans sektörünün 2009 yılında toplam verginin yüzde 12.1’ini, 2010’da ise yüzde 11.2’sini ödediği; the City’nin ise bunun yarısını oluşturduğu yer alıyordu. Yani the City’nin devletin topladığı vergideki payı yüzde 6 civarında.
Buradan çıkartacağımız moral bozucu sonuç: Yeni İşçi Partisi’nin sözcülerinin bahsettikleri konuyla ilgili yeterli bilgilerinin olmadığı! 1990’ların başlarında Yeni İşçi Partisi ABD’deki Clinton Demokratlarından etkilenmişti. Demokratlar finansallaşma ve küreselleşmeyi destekleyerek kazanmanın yolunu bulduklarını söylüyorlardı. Yeni İşçi Partisi de kendilerine oy kaybettiren sendikalardan uzaklaşarak finans şirketlerine yakınlaşmayı tercih etmişti. İşin kötü yanı, böylesine önemli bir karar vermeden önce finans sektörü ve ekonomiye dair yeterli araştırma yapma, veri toplayıp değerlendirme zahmetine bile girmemişlerdi. Britanya ekonomisi ise Yeni İşçi Partisi’nin yanlış bir tercih yaptığını 2008-09 krizi ile yüzlerine vurdu.