Ekolojik Anayasa ve Çevre Konferansı’nda konuşan uzmanlar, insanlığın yok olmamak için eko-sosyalist politikalarla planlı ekonomik küçülmeye gitmek zorunda olduğunu anlattı
06.05.2015 ONUR EREM @onurerem
Avrupa Genç Hukukçular Birliği (ELSA) İstanbul Şubesi dün Ekolojik Anayasa ve Çevre Pratikleri üzerine bir konferans düzenledi. Galatasaray Üniversitesi’nde düzenlenen konferansta akademisyenler ve avukatlar ekolojik bir anayasanın ve yargı yoluyla doğayı korumanın imkanlarını tartıştı.
Bahçeşehir Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Serkan Köybaşı ve Marmara Üniversitesi’nden Dr. Tolga Şirin, konferansın ilk oturumunda ekolojik bir anayasanın mümkün olup olmadığını tartıştı. Üniversitelerinde anayasa ana bilim dallarında araştırma görevlileri olan Köybaşı ve Şirin bu alanda dünyadan örnekleri değerlendirdi.
Köybaşı, Bolivya’dan Evo Morales’in nehirlerin kuruduğu bir köyden geldiği için ekolojik anayasanınn neden gerekli olduğunu bildiğini ve buna önem verdiğini anlattı. Fakat günümüzde Bolivya, Ekvador ve benzeri ülkelerin kapitalist dünya içinde büyüme zorunluluğu nedeniyle büyük baraj ve benzeri doğaya zarar veren projeleri yapmaya devam etmek zorunda kaldığını söyleyen Köybaşı, bu anayasaların olumlu bir adım olduğuna, ancak yeterli olmadığına dikkat çekti.
Ya küçülme ya ölüm
“İnsanlık geliştirdiği aletler sayesinde doğada çoğalabileceğinden çok daha fazla çoğaldı. İnsanlar 500 milyonluk nüfusla kalsaydı, doğaya verilecek bütün zararlar tedavi edilebilirdi. Ama 7 milyar nüfusla insanlığın geleceğini kurtarabilecek tek yol ekolojizmdir. Kapitalizm ve komünizmin aksine ekolojizm insan merkezli değil doğa merkezli bir düşüncedir” diyen Köybaşı, büyüme kavramı ve büyüme fetişizmi yerine “de-growth” (planlı ekonomik küçülme) kavramının tartışılması gerektiğini söyledi: “Gereksiz kitlesel tüketimi azaltmadan doğaya verdiğimiz zararı geri çeviremeyiz. Kendi kurallarımıza değil, doğanın kurallarına göre yaşamamız lazım. Eğer bunu yapmazsak 2100 yılına kadar insanların yüzde 70’inin yok olacağı ekolojik krizlerle karşı karşıya kalabiliriz. Torunlarımız için hiç umutlu değilim. Doğanın anayasası ve devleti yoktur, bu yüzden ekolojizm de bir anayasanın veya kapitalizmin içine sınırlanamaz. Bu yüzden açık yeşiller (yeşil kapitalizmi savunanlar) ve derin ekolojistler (kapitalizmi yıkıp tüketimi minimuma indirmek isteyenler) arasında büyük bir görüş ayrılığı var.”
Komünizm ve eko-sosyalizm
Tolga Şirin ise anayasanın iktidarı sınırlandırmak için var olduğunu söylerken “Eğitim ve sağlık hakkını öne çıkaran, iktidarı toplumsal haklara karşı sınırlandıran bir anayasaya sosyal anayasa denir. Ekolojik anayasa ise iktidarı ekoloji lehine sınırlandıracak bir anayasadır. 1982 Anayasası’nda doğaya dair çok madde vardır, diğer ülkelere kıyasla. Fakat metinler tek başına yetmiyor doğayı korumak için” ifadelerini kullandı. Şirin, ekolojizmde refahın kısıtlanmasının şart olmadığını, gelir adaleti sağlandığı takdirde yalnızca zenginlerin refahının azalabileceğini söyledi: “Komünizm ve eko-sosyalizm doğa lehine sonuçlar doğurabilecek sistemlerdir. Fakat Stalinist uygulaması doğa için çok yıkıcı olmuştur.”
‘Halk hukukun önündeyse mücadele kazanılır’
Konferansın ikinci oturumunda ise avukatlar Yakup Okumuşoğlu ve Can Atalay yargı yoluyla doğayı koruma pratiklerini anlattı. Fırtına Vadisi’nde doğup büyüyen bir insan olarak doğa tahribatı yaratan projelerin zararını bire bir yaşayarak bu alanda avukatlık yaptığını anlatan Okumuşoğlu, “Bu mücadele insanın kendisine yardım etmesi içindir. Doğa da bu mücadeleden faydalanır ancak bu mücadele verilmese bile doğa bizi yok ederek kendini bir süre sonra yeniler” dedi. Dünyada su mültecileri oluştuğuna dikkat çeken Okumuşoğlu, 2.3 milyar insanın yeterli suya, 1 milyarın da suya ulaşamadığını, su kaynaklarının yüzde 50’sinin kirlendiğini söyledi: “Bir ABD’li günde 500 litre tüketirken Türkiyeli 100, Kamboçyalı 4 litre su tüketiyor. Kapitalistler suyu sınırlı bir meta olarak tanımlıyor. Sınırlı suyun çatışmaya yol açacağını söyleyen uluslararası ticaret örgütleri, bunu bahane ederek suyu özelleştirmek istiyor. Bunun ilk örneği Bolivya’da yaşandı, su fiyatları yükselince fakir halk su bedeli ödeyemez oldu. Halk yaşayabilmek için yağmur suyu biriktirince şirketler dava açarak kazandı ve bunun ardından yoksul halk ayaklanmasıyla rejim değişti. Türkiye’de de benzer olarak tüm dereler özel şirketlere satılmış durumda. Ben de bir avukat olarak bu duruma karşı ne yapabilirim diyerek bu konudaki bütün yasaları ve anayasa maddelerini kullanarak mücadele yürütüyorum. Açtığım davaları kazansam bile sonunu getiremiyoruz, mahkeme kararları uygulanmıyor, proje bitmiş oluyor veya yeni bir proje uygulamaya koyup yeni projeye de dava açmamızı istiyor. Hukukun hali böyle olunca hukuk yoluyla doğayı korumak mümkün olmuyor. Bu nedenle kentlerde ve köylerde insanlar kendileri bu mücadeleye giriyor. Gerze’de halk, hukukun önünde bir mücadele verdiği için kazandı. Halk, ‘Burada sizin hukukunuz geçmez, burası benim memleketim, yapamazsanız’ dediğinde kazanıyor.”
‘Bu sistemde tapu paçavradır’
Can Atalay ise sosyal bilimcinin ancak taraf tutarak nesnelleşebileceğini söylerken, “Bizim sermayeden yana taraf olmamız için çevremizde çok baskı var. Ancak biz bu baskılara karşı insandan ve doğadan yana taraf olmalıyız. Bütün bu yaşadığımız sorunların kaynağı özel mülkiyettir. Bizim itiraz ettiğimiz şey kimi para babalarının her alanda söz söyleme yetkisi olmasıdır. Hiç kimse hiçbir gerekçeyle insanların aleyhine doğal varlıkların kullanılmasına karar veremez. Bizim elimizden kent ve kırdaki alanların nasıl kullanılması gerektiğine karar verme yetkisini alan devlet bunu sermaye lehine kullanıyor. Kentsel dönüşüm ve riskli bölgeye dair yasalar burada bulunduğu sürece mülkiyet hakkınızın olmadığını, tapunuzun paçavra değerinde olduğunu bilin” dedi.