2 Kasım 2011
The Occupied Times of London’ın ikinci sayısından seçmece çeviriler:
Şiddet dolu bir tahliye korkusu
Stacey Knott
St. Paul Katedrali’nin işgalcilere kucak açması üzerine pazartesi günü katedralin Baş Papazı Graeme Knowles’ın istifa etmek zorunda bırakılması, kilise ile işgal hareketi arasındaki ilişkiyi değiştirdi. Knowles ile beraber iki rahip daha, işgalcilerle dayanışma mesajları vererek istifa etti. Rahip Giles Fraser ise istifa ederken kilisenin tahliye kararından utanç duyduğunu açıkladı.
Kamptaki protestocular, Londra Şehri Kurumu’nun St. Paul Katedrali ile birlikte protestoyu mahkemeye taşıması sonucunda şiddet içeren bir tahliye endişesi taşıyor. Her ne kadar kilisenin yeni Baş Rahibi Richard Chartres “tahliyenin şiddet içermemesini diliyorum” dese de, kamptaki protestocular arasında yer alan müzisyen Ben Doran bu sözlerin çelişki içerdiğini ifade ediyor: “Eğer bir tahliye olacaksa elbet şiddet içerecektir. Burası halka açık bir alan ve bizi buradan çıkarmalarının tek yolu bizi dövüp tutuklamaları.”
—
Kilise ve devlet yasal yaptırım arayışında
Rory Mackinnon
Protestocuların St. Paul Katedrali meydanını işgal etmesinin üzerinden iki hafta geçti. Protestocular ilk başta doğrudan Londra Borsası’nın önünde yer alan Paternoster Meydanı’na kamp kurmuş, ancak burası özel mülkiyet olduğu için polis tarafından buradan kovulunca St. Paul Katedrali’nin etrafına taşınmıştı.
Bu kamp alanını da ortadan kaldırmak isteyen yeni katedral yönetimi ve Londra Belediyesi, katedralin güneyinden geçen yolun protestocular nedeniyle tıkanmasını bahane göstererek tahliye planları yapmaya başladı. Londra Belediyesi, yaptığı yazılı açıklamada “Protesto, demokrasilerde temel bir haktır, ancak yolu işgal etmek değildir” ifadelerini kullandı.
Belediye binasında tahliye kararıyla ilgili yapılan oturum öncesi konsey üyeleri toplantının
halka ve basına kapalı yapılması için bir oylama gerçekleştirdi. 16 oyun 12’si evet çıkınca Occupied Times dahil olmak üzere basın mensupları ve toplantıyı izlemek isteyen halk dışarı çıkartıldı. Bu uygulamayı protesto amacıyla yaklaşık 30 kişi salonun dışında sessiz oturma eylemi yaptı.
“Londra’yı İşgal Et” hareketinin avukatları, buradan çıkacak olan karara itiraz etme haklarının olduğunu, çünkü kampın varlığının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tarafından korunduğunu belirtti. Gönüllü hukukçu James Smith, buna karşılık belediye yetkililerinin bu kampın bir protesto eylemi olmadığı tezini kullanmayı hedeflediklerinin altını çizdi.
—
Editörden

Giles Fraser
“Bütün büyük fikirler yürürken bulunur” demişti St Paul Kilisesi’nin yönetici rahiplerinden Giles Fraser’ın en sevdiği yazarlardan biri –Friedrich Nietzsche. Bu hafta olan olaylardan sonra Fraser’a baktığımızda, bazı büyük düşüncelerin de uzaklara doğru yürürken, giderken ortaya çıktığını görüyoruz. Onun konumundaki bir din adamının ahlakî eylemlerin değerini tanıması çok önemli –her ne kadar söylemleri sonucunda istifa etmek zorunda bırakılsa da.
Kapalı kapılar ardında neler döndüğünü bilmiyoruz, ancak onun istifası kilisenin içinde bulunduğu durumu gösteriyor. Kurumsal bir varlık olarak kilise, kendi içindeki inançlı insanları ayıklıyor. Çoğu Hıristiyan için o an çok önemli bir andı, kilisenin ahlakının kurumlaşma sonucunda çöktüğünü, ancak içindeki bireylerin ahlakının çökmediğini gördük.
Kilise ile insan arasındaki çelişkiyi görmek için Hıristiyan olmaya gerek yok. İstifa ederek Fraser, İsa’nın ahlaki öğretisi ile bir yapı olarak kilisenin ne kadar farklılaşabileceğinin altını çizdi. Bir birey olarak, kilisenin bir şiddet olayına yol açabilecek kararını reddettiğini gösterdi.
Onun gidişiyle beraber bankacıların Kâbe’sine kurulmuş bu kilise, artık boş duvarlardan ve bizi geceleri uyandıran çanlardan daha fazla anlam ifade etmeyecek. Mimari olarak büyüleyici olsa da temelindeki ahlakından kopartılmış bir kilise olacak.
Fraser istifa mektubunda şu ifadeleri kullanmıştı: “Eğer kampın boşaltılmasına karar verilirse, barışçıl protestoculara kilise adına şiddet uygulanmış olacak”. Kendimizi kandırmayalım, eğer bizi susturma ve görünürlüğümüzü yok etme girişimleri başarıya uğramazsa en sonunda bize karşı şiddet uygulayacaklardır. Kendimize bunun bir protesto olduğunu, eğlenmeye geldiğimiz bir festival olmadığını hatırlatmamız lazım. Bu protesto, sosyo-ekonomik gücü elinde bulunduranların işi beceremediklerinin fiziksel bir hatırlatıcısıdır. Fraser bize gösterdi ki, gücü elinde tutanların ahlaki tutarsızlıklarının, insan ve kâr arasındaki uçurumların altını çizerek gerçek değişimi getirebiliriz.
—
İnanç ve finans
“Londra’yı İşgal Et” hareketi, St. Paul Katedrali’ne değil yüzde 1’e karşı oluşan bir hareket olarak yola çıktı. Biz inanç sahibi insanlara değil, servetin ve gücün orantısız bir şekilde ve halka fayda sağlamadan bazı ellerde toplanmasına karşı çıkıyoruz. Bunu aklınızda tutarak, St. Paul Katedrali’nin mütevelli heyetinden yedi kişinin kimler olduğuna bakın:
* Heyet Başkanı Sir John Stuard: PriceWaterhouseCooper’s denetleme şirketinde ortak, eski Londra Belediye Başkanı
* Deme Helen Alexander: Ülkenin en büyük lobi gruplarından Britanya Endüstri Konfederasyonu’nun yardımcı başkanı
* Boughtonlu Lord Ian Blair: Eski Metropolitan Polis Komiseri
* Roger Gifford: Yatırım bankacısı
* Gavin Ralston: Schroder Yatırım Yönetimi’nde Üretim Başkanı ve uluslararası hisse yöneticisi
* Carol Sergeant: Lloyds’da Baş Risk Yöneticisi. Geçmişte Finansal Standartlar Otoritesi’nde Denetleme Süreci ve Risk Bölümü’nün yönetici direktörüydü.
* John Spence: Lloyds’ta eski yönetici direktör ve işletme bankacısı

Din ile paranın arasındaki ilişki Londra’daki Hristiyanları rahatsız ettiği kadar Türkiye’de de bir kısım Müslüman’ı rahatsız etmeye başlamış.
Kimse bu insanların esrarengiz bir kardeşliğin üyeleri gibi gizli bir şekilde buluştuğunu iddia etmiyor. Ancak bu tabloya baktığımızda St. Paul’un kurumsal yapısının, bizim savaştığımız ideolojiyle ne kadar iç içe geçtiğini görebiliriz. Mütevelli heyeti üyelerinin tecrübeleri ve çıkarlarını bir kenara bırakıp Katedral’e hizmet ve bilgilerini sunacaklarını düşünmek saflık olur. Sonuçta onların biyografileri belli bir yaşam tarzını yansıtıyor. Bir kurum olarak St. Paul, onların görüşleri ve düşüncelerinden ağır bir şekilde etkileniyor.
St. Paul’un mütevelli heyeti, içinde yaşadığımız sistemden büyük miktarlarda nemalanan insanlardan oluşuyor. Ancak şimdi bu insanlar sistemden faydalanamayan insanların, sistemle bütünleşmiş olan adaletsizliklere dikkat çektiği bir hareketle karşı karşıya. Geçtiğimiz hafta yaşanan olayların ardında da ilgi çekici bir dinamik var. St. Paul Katedrali’nde görevli olan iki din adamı, katedralin kararları sonrasında istifa etti. Şu anda kiliseye dair iki farklı görüşün çatışmasına tanık oluyoruz. Bunlardan birincisine göre St. Paul Katedrali, turist çekmek için kullanılan bir nesne. Katedral, krizler ve zor dönemlerde bile Britanya’daki servetin en yoğun olarak toplandığı bölgenin ortasında yer alıyor. Ancak bu görüş kilisenin, kendisini toplumun vicdanı olarak yansıttığı imajıyla çatışmaya başladı.
Yakın zamana kadar St. Paul yönetimi, kendisini bu çatışmanın içine sokmayacak alanlarla sınırlamıştı. Kilise, ahlakî sorgulamalarla karşı karşıya kaldığı zaman basit cevaplar yeterli olmuştu. Geçen hafta St. Paul Katedrali Başrahibi Graeme Knowles yazılı açıklamasında “St. Paul’deki çalışmalarımızın temelini oluşturan şey de daha adil bir toplum isteğidir. Yakın bir tarihte kurumumuzun hazırlayacağı bir rapor ile bu tartışmaya katkıda bulunmak istiyoruz” demişti.
Bize göre ‘bir rapora’a dair muğlak bir vaat, adanmışlıktan üzücü bir şekilde uzak gözüküyor. Düzenin adaletsizliğinden bunalan insanların sokağa çıkması, gerçek bir değişimin manifestosudur. “Londra’yı İşgal Et” hareketi olarak içinde bulunduğumuz özgün konum sayesinde sadece adaletsizlik konusuna değil aynı zamanda kilisenin üstlendiği, toplumsal ahlakın koruyucusu rolüne de ışık tutuyor.
Birçok din adamı bir ikilemle karşı karşıya: Kilise (ve onu oluşturan bireyler) ideallerinin bir kısmı Hıristiyan idealleriyle örtüşen protestocuları nasıl ele alacak? Ve St. Paul’ün finansal ilişkileri, ahlaki liderlikle ilgili tartışmaları nasıl etkileyecek? İki din adamının istifası, protestocuların St. Paul Katedrali’nin eteklerinden zorla ve şiddetle kovulmasına neden olabilecek bu ikilemin şiddetine dikkat çekiyor.
—
Borsa tekeli
Martin Eiermann

Bu sanat eserini kimin verdiği ilk başta açıklanmazken Banksy tarafından yaratıldığı sonradan ortaya çıktı
‘Kapitalizm Krizdir’ pankartı, tartışmaların ardından indirilmiş olsa da artık kampımızın (adını açıklamak istemeyen bir sanatçı tarafından bağışlanmış) yeni bir simgesi var: İflas etmiş tekel (monopol). 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan toprak ağasının oyunu, Monopoly’nin atasıydı. 1929’daki Büyük Buhran döneminde bu oyunu inceleyen ABD’li ekonomi öğrencileri, onu belli renkteki mülklerde tekel oluşturularak ilerleyen bir oyuna dönüştürüp adını Monopoly koydu. 1974’te ise ekonomi profesörü Ralph Anspach bir davanın ardından, tekellere karşı çıkan ve onların zararlarını göstermek isteyen Anti-Monopoly adında bir oyun üretmeye hak kazandı.
—
TARYN LADENDORFF NEO-LİBERAL UYGULAMALARIN KISA BİR ELEŞTİRİSİNİ SUNUYOR
Bireyciliğin sonu
Çok basit bir şekilde ortaya çıkan piyasa/pazar/market kavramları, gittikçe karmaşıklaşarak günümüze ulaştı. Artık piyasalarda vadeli opsiyonlar, türevler, kur spekülasyonları veya zehirli fonlar gibi karmaşık terimler konuşuluyor.
Piyasa finansı yeni bir tür tapınma ortaya çıkardı: Piyasalar ne düşünecek? Piyasalar ne der? Sıradan insanlar, piyasalar ‘mutsuz hissettiğinde’ nedenini bile bilmeden bunun hakkında endişelenmeye şartlandırılmış durumda. Eğer piyasalar üzgünse, kelimelere bile dökülemeyecek kadar kötü şeyler başımıza gelebilir! Bu yüzden kanımızı ve etimizi adak olarak sunmamız, sosyal harcamaları ve çocuğumuzun geleceğini feda etmemiz lazım ki piyasalar tatmin olsun. Aslında neo-liberal piyasa yapısını anlamak sanıldığı kadar zor değil. Ayrıca “İşgal Et” hareketleri, bunu kelimelere dökmeseler de neo-liberal politikaları protesto eden hareketler. Bir hastalığı tedavi etmek için önce teşhis koymak lazım ki tedavinin nasıl uygulanacağına karar verebilelim.
Neo-liberalizm, kafa karıştırıcı bir terim olabilir. David Harvey’in tanımıyla, neo-liberalizm “Bireylerin iyiliğinin en etkin şekilde sağlanması için insanların girişimci ruhunun özgür bırakılması ve onlara gerekli imkânların kurumsal bir çerçeve içerisinde sunulması gerektiğini savunan, özel mülkiyet, serbest piyasa ve serbest ticaret haklarına büyük önem atfeden sosyo-ekonomik pratiklerin teorisidir”. Basit bir şekilde anlatmak gerekirse: Piyasa serbest bırakılmalı; devlet, özel mülkiyet hakları dışında hiç bir şeye müdahale etmemelidir. Ancak banka kurtarma operasyonları, vergi indirimleri ve kurumsal ayrıcalıkları hatırlayınca kafamız biraz karışıyor. O zaman fark ediyoruz ki, piyasa aslında hiç de serbest değil! Yani neo-liberalizm, kendi içinde temel çelişkiler barındıran bir ideolojidir.
Neo-liberal düşünceye göre devlet yönetimi halk tarafından ve halk için seçilmiş bir yönetim değil, piyasalara ve piyasaların isteklerine göre hareket eden koruyucu bir kurum olmalıdır. Bunun karşılığında devlet de önemli güçler kazanır. Mesela özel mülkiyeti korumayı bahane ederek sizin hayatınıza tecavüz edebilir, hem de yasalara uygun bir şekilde.
Neo-liberalizm aramızdaki en güçsüzlere saldırarak işe başladı: Üçüncü dünya ülkelerinde köle gibi yaşayanlar, yoksullar, zihinsel engelliler, evsizler ve açlar. Neo-liberal kapitalizm, karşısındakileri koruyan bütün duvarların yıkılmasını talep ederek böylece daha geniş bir pazara hükmetmeyi arzularken diğer yandan da bütün insanların, özellikle de yeni kuşakların neo-liberal mantığa uygun bir şekilde yaşamasını istiyor.
ABD bunun fantastik bir örneğidir. New Orleans’daki yıkılmaya yüz tutmuş evler, Detroit’teki boş fabrikalar, New York sokaklarında donan savaş gazileri… İş imkânları azalırken maaşlar da düşünce servet birikimdeki uçurum daha da büyüdü ve ansızın son sosyal güvenlik imkânlarımızın da ayaklarımızın altından çekildiğine tanık olduk: Sağlık sigortası yok oldu, işsizlik maaşları sadece 300 lira civarında, evlerine haciz gelen binlerce insan evsiz kaldı ve insanların emeklilik hesapları bir anda değersizleşti. Sosyal güvenlik imkânlarının ardından sırada tamamen özelleştirilmeyi bekleyen eğitim var. Böylece ABD hükümeti, geleceğimizin bile tüketilmesine izin verecek.
Neo-liberalizmin bütün bunlardan da tehlikeli olan yönü toplumun atomcu bir yapıda olduğunu savunmasıdır. Bu mantığa göre toplum, birincil demokratik sorumluluğu tüketmek olan bireylerden oluşmuştur. İnsanların bu kadar bireyleştirilmesi hem aptal bir tüketim kültürünün yaratılmasına hem de hayret verici düzeyde izole bireylere dönüşmemize neden oldu.
“İşgal Et” hareketlerinin esas başarısı halk alanını (kamuya ait alanı) tekrardan ele geçirmesi ve insanlar arası dayanışmayı canlandırmasıdır. En son ne zaman ortalıkta oturup hiç tanımadığınız insanlarla dünyanın nasıl yönetilmesi gerektiği hakkında konuştunuz? İşgal hareketleri tekrar para dışındaki değerleri hayatımızın odağına almamızı sağladı. Buradan doğan tartışmaların ve düşüncelerin potansiyeli çok büyük. Bu yüzden New York’ta eylemcilerin kafatasları kırılıyor, Oakland’da ışık ve gaz bombaları patlatılıyor ve Londra’daki kampın etrafında makineli tüfekleriyle polisler dolaşıyor.
Statükoya karşı en büyük tehdidi oluşturan şey işte bu basit gözüken bir araya gelme ve özgürce düşünme eylemidir. Eğer insanlar kendilerini umutsuz ve solgun varoluşlarından çıkartarak bir araya gelip, birbirlerini beslemeyi başarırlarsa spekülatif kârdan oluşan bu sistem çatırdamaya başlar.
İşte yüzde 1’e yönelttiğimiz tehdit burada yatıyor. Statükonun turistik gelir kayıplarını, sağlık ve güvenlik düzenlemelerini ve hatta yangın çıkarma riskine karşı yönetmelikleri bahane ederek bizi sessizce dağıtmaya çalışmasının nedeni de aynı: Kendini gerçekleştirebilen ve kararlı bir halkın sonu gelmeyen tüketim döngüsünü kırma tehlikesi! İşte tam da bu yarılmanın içerisinde, neo-liberalizm hastalığının tedavisini bulabiliriz.
—
Kitleleri beslemek
Stacey Knott
Alessandro Petruzzi, Londra’daki işgalciler için tanıdık bir yüz, çünkü bizi her gün o besliyor! St. Paul Katedrali’nin sağ tarafına sıkıştırılmış ufak bir mutfakta her gün en az 400 porsiyon yemek hazırlıyor. Üstelik hareketin destekçileri tarafından bağışlanan malzemeleri kullanarak.
İyi eğitimli bir İtalyan şefi olan Alessandro, mutfağı sıradışı ancak profesyonel bir şekilde kullanıyor. Eskiden Milan’ın üst seviye restoranlarında şef olarak çalışıyordu, fakat şimdi gündüzleri bize yemek hazırlıyor, akşam da para kazanmak için bir güvenlik firmasında çalışıyor. Bir gazeboya kurulan mutfakta gazlı ocak, uzun masalar ve bir de yıkama bölümü var.
Üstelik Alessandro’nun besledikleri sadece işgalciler değil. Evsizler, turistler, hatta işine gitmekte olan işadamları onun besleyici öğünlerinden yiyor.
Mutfakta genellikle ekmek, meyve, bisküvi gibi atıştırmalık bir şeyler de bulunuyor. Mutfak çalışanları ise pirinç, makarna veya çorba gibi yemekleri günde üç kere yapmak için epey bir süre uğraşıyor. Profesyonel bir aşçı olduğu için mutfak güvenliği ve sağlığı konusunda çok bilgili olan Alessandro, mutfağın her zaman bu standartları sağladığından emin olmak istiyor: “Mutfakta en önemli şey güvenlik, her yerde bıçaklar, ateş ve tehlike var”. Kampımızı dağıtmak için ellerinden geleni yapan Londra Belediyesi’nin yolladığı müfettişler, Alessandro’nun mutfağını incelediğinde tek bir güvenlik veya sağlık eksiği bulamadı.
Gönüllü ekibinin ne yaptığını sürekli kontrol eden Alessandro onların koordinasyonunu sağlıyor. Ayrıca profesyonel mutfaklarda da bulunan saç bağlama, sigara yasağı, temiz kıyafet gibi kuralların uygulatıyor. “Tahliye bahanesi arayan belediyeye bu kozu verme sorumluluğunu taşıyamam” diyor Alessandro.
Mutfağımızın sürekli olarak bağışlara ihtiyacı oluyor. Ayrıca Alessandro veya onunla çalışan gönüllülerle tanışmak isterseniz siz de St. Paul meydanına gelin. 7/24 açığız!
—
İstatistikler
Martin Eiermann
Harvard Business School’dan ekonomist Michael Norton ve Duke Üniversitesi’nden davranışsal ekonomist Dan Ariely bir anket yaptı ve insanlara tahmin yaptırdı. İşte sonuçlar ve gerçekler:
1- ABD’deki insanlar en zengin yüzde 20’nin toplam servetin yüzde 60’ını kontrol ettiğini, en yoksul yüzde 40’ın da servetin yüzde 10’una sahip olduğunu tahmin etti.
2- ABD’deki insanlar, hayallerindeki toplumda en zengin yüzde 20’nin toplam servetin yüzde 30’una, en yoksul yüzde 40’ın da toplam servetin yüzde 30’una sahip olması gerektiğini söyledi.
3 – Bunlara karşılık gerçek: ABD’deki en zengin yüzde 20 toplam servetin yüzde 80’inden fazlasına, en yoksul yüzde 40 ise toplam servetin sadece yüzde 2’sine sahip.
4- Gelelim Birleşik Krallık’a. Buradaki istatistiklere göre en zengin yüzde 10, en yoksul yüzde ondan tam yüz kat daha fazla servete sahip.
5- Bazılarımız anti-kapitalist, bazılarımız anti-korporatist, bazılarımız yolsuzluk karşıtı. Biz katılımcı demokratlar, liberal solcular, sosyal demokratlar, özgürlükçü sosyalistler ve çevrecilerden oluşuyoruz. Ancak eşitsizlik konusunda hepimiz tek bir sesiz!
—
Eylem halindeki dünya –bu gerçekten oluyor!

Seattle 1999’dan bir kare
1969’de sosyal bilimciler ve siyasetçiler ‘ideolojinin sonu’nu duyururken halkın siyasete olan ilgisi azalmaya başlamıştı. Benzer bir şekilde yirminci yüzyılın sonunda küreselleşme karşıtı hareket ortaya çıkıp da ilk partisini 1999’da Seattle’da vermeden hemen önce uzmanlar, geçmiş siyasal hareketlerin bürokratik organizasyonlara dönüşerek kurumsallaştığını ve yeni kuşak gençliğin tamamen apolitikleştiğini söylüyordu. Görece sakin zamanlardan geçmekte olan toplumlar, ufuktaki kolektif eylem dalgalarını genellikle fark edemez.
Gerçek toplumsal hareketler, siyasal işlevsizlik ortamından beslenerek ortaya çıkar. Kurumsallaşmış siyaset bizi yüz üstü bıraktığı zaman sokaklar ayak sesleriyle titremeye başlar. Yaklaşık bir yıldır dünya çapında tanık olduğumuz olaylar da bundan farklı değil.

1999 Seattle: ABD “orantılı güç kullanımı”nda Türkiye ile yarışmaya çalışıyor.
Dünya çapında yayılan işgal hareketlerini eleştirenler onların somut taleplerde bulunmadıklarını, belli konulara odaklanmadığını söylüyor. Oysa bu eleştiriyi yapan insanlar, toplumsal protesto hareketlerinin doğasında zaten ilk başta böyle olmanın yattığını anlayamıyor. Güncel politik tartışmaları yürütenler, gerçek bir taban hareketinin ne demek olduğunu unutmuş.
Toplumsal hareketler lobi grupları değildir; emirler, fermanlar yayınlamazlar; ekonomik büyümenin nasıl yeniden sağlanabileceği hakkında beyanatlar vermezler. Onlar düşünce kuruluşları veya siyasal partiler değildir. Aksine, onlar –işsizlik, halka ait alanların ve hizmetlerin özelleştirilmesi, yüksek enerji fiyatları, yüksek enflasyon, pahalı toplu taşıma, vahşi finansçılar ve siyasetçilerden oluşan yüzde 1, öğrenim ücretleri ve burslar, gözetleme devleti, aşırı antidemokratik siyaset ve seçim sistemleri, düşük maaşlar gibi– belli konuların kurumsal aktörler tarafından çözülmesi, çözülmediği takdirde de kurumun veya aktörlerin değiştirilmesi için baskı yapar.
Güncel sorunların ele alınıp somutlaştırılması zaman alacaktır, bu kötü bir şey değil. Sonuçta taleplerin somutlaştırılması, demokrasinin iç işleyişini kavramamız için ender bir fırsat sunacak. Manuel Castells’in dediği gibi, “18. yüzyılın liberal devrimleri tarafından algılandığı ve 20. yüzyılda dünyaya yayıldığı şekliyle siyasal demokrasi, içi boş bir kabuğa dönüşmüştür”. Ayrıca “yeni kurumsal, kültürel ve teknolojik demokrasi uygulamaları, günümüzün ağ toplumunun siyasal temsilinde var olan parti sistemini ve rekabetçi siyaset rejimini tamamen köhne bırakmıştır”.
Artık var olan sistemin yetersizliklerinin farkındayız. Kolektif hafızamızda tiranların, yok olmakta olan demokratik siyaset alanını işgal etmelerini engellemenin ne kadar önemli olduğu mevcut. “Günümüzde yurttaşlar hâlâ yurttaş, ama hangi yurdun veya kimin yurdunun yurttaşları olduğu belirsiz” diyordu Castells. Bu belirsizlik artık yok olmaya başlıyor. Bir taşkın anına tanıklık ediyoruz. Atina’dan New York’a, Kahire’den Londra’ya kadar birçok şehirde problemler tartışılıyor. Uzun zamandır ertelenmiş olan bu tartışmayı başlattık. Ve bu sadece başlangıç. Sahiden ilginç zamanlarda yaşıyoruz.
—
Haydi para konuşalım!
>>>>Occupied Times: Haydi para konuşalım Ben!
Ben Dyson: Para, şu anda karşımıza gelen bütün toplumsal problemlerin kökünde yer alıyor: Yoksulluk paranın eksikliğidir; işsizlik ise ekonomi içinde yeterince para dolaşmaması sonucunda ortaya çıkar.
>>>>OT: Kampın etrafında ‘Positive Money’ (Pozitif Para) pankartları görüyoruz. Pozitif Para kampanyası nedir?
BD: Biz bu kampanyayı düzenleyenler olarak bütün ulusun para arzının bankalar olarak adlandırdığımız özel kuruluşlar tarafından sağlanmasının yanlış olduğunu düşünüyoruz. Bununla ilgili olarak günümüzün banka sistemini anlatmakta fayda var: Bugün bir kredi çektiğinizde, banka size başkasının bankaya koyduğu parayı vermiyor. Aksine, sizin adınıza bir hesap açıyor ve bir düğmeye basarak kendi ellerinde olmayan bir parayı hesabınıza ekliyor. Bank of England verilerine göre sadece geçen yıl Birleşik Krallık’taki bankalar 300 milyar Türk lirası değerinde karşılığı olmayan para yarattı ve sisteme enjekte etti. Bunun büyük bir kısmı ev, enerji ve gıda fiyatlarının yükseltilmesinde kullanıldı. Bugün niye ülkeler ve insanlar bankalara bu kadar borçlu diye araştırdığınızda da görüyorsunuz ki kullandığımız neredeyse bütün paralar bankalar tarafından yoktan var ediliyor.
>>>>OT: Bunun toplumsal etkileri nedir?
BD: Öncelikle bu eşitsizliği körüklüyor. Çünkü halk, olmayan bir parayı kullanıp bunu faiziyle geri öderken bankalar, ortakları ve yöneticilerinden oluşan ufak bir grup insan bu paranın ve faizin üstüne konmuş oluyor. Ayrıca bankalardaki tasarruflarımızın nasıl kullanılacağını belirleyemediğimiz için toplumumuz ve ekonomimiz bankaların kısa vadedeki çıkarlarına hizmet etmiş oluyor. Sizin bankaya koyduğunuz parayla hiç istemeyeceğiniz şeyler yapılmış olabilir. Mesela bir pasifistin parasıyla bomba üretilmiş, bir çevrecinin parasıyla da petrol platformu inşa edilmiş olabilir. Bu paraların sadece yarısının yoksulluğu azaltma ve temiz enerji yatırımlarına ayrılmasını sağlama seçeneğiniz olsaydı neler olabileceğini bir hayal edin.
>>>>OT: Şu anki konumuna nasıl ulaştın? Ne zaman bunları düşünmeye başladın?
BD: Bankaların insanlara kakalamaya çalıştığı kredi ve kredi kartlarının paralarının nereden geldiğini anlamıyordum. Bir gün Martin Rowbotham’ın yazdığı ‘The Grip of Death’ kitabına rastladım ve burada bankaların kredi verirken nasıl yoktan para yarattıklarını öğrendim. Bunun konuşulması gereken önemli bir sorun olduğuna karar verdim.
>>>>OT: David Cameron’un dediği gibi borçlarımızı ödemeli miyiz?
BD: Bu başbakandan gelen olağanüstü salaklıkta bir açıklamaydı. Bankacılık sistemini hiç anlamamış gibi konuşmasının nedeni onun bu sistemin devam etmesi için çalışmasıdır. Bankaların yoktan para yarattığını söylemiştim ya, bir insan bankaya borcunu geri ödediğinde de o para yok oluyor tekrardan. Yani herkesin borcunu ödemesi demek, sistemde dolaşan paranın çok azalması demektir –adeta bir vampirin ekonomiden kan emer gibi para emmesine benzetilebilir.
>>>>OT: Sistemi nasıl değiştirmek lazım?
BD: Kesinlikle ilk yapmamız gereken şey bankaların yoktan para yaratma yetkilerini ellerinden alarak bu yetkiyi sadece hükümete vermek olmalıdır. Büyük Britanya’da 170 yıl önce iktidara gelen Muhafazakâr hükümet bunu yapmış ve son derece başarılı olmuştu. Artık aynı şeyi talep etmenin zamanı geldi!
—
İsa ne yapardı?
Zavallı İngiltere Kilisesi. Onlar yüz yıl daha hiçbir şey hakkında hiçbir şey söylememeye devam etmek isterlerken “Londra’yı İşgal Et” hareketi gelip kapılarına dayandı. Bir anda panik oldular: “Bunlar niye bağrışıyorlar böyle? Adaletsizlik yüzünden mi? Demek hırsızlık da var? Gücün belli ellerde aşırı bir şekilde toplanması mı? Aman tanrım,bir şeyler mi söylememiz gerekecek?”
Biraz zaman alsa da sonunda birkaç tanesi çıkıp konuştu. Eski Canterbury Başpiskoposu George Carey, protestocuların ‘fırsatçı ve alaycı’ olduğunu açıkladı! Carey eşitsizliğe karşı olduğunu söylerken diğer yandan da işgalcilere karşı çıktı, “protestocular inançlı Hıristiyanların katedrale girmesine engel teşkil ederek Hıristiyan dünyasına bir darbe daha vurdu” dedi; sanki Londra’nın merkezinde başka hiçbir boş kilise yokmuş gibi.
Bununla da yetinmeyip duyarlılıklarını sergiliyorlar: “Kampın varlığı, ifşa etmek istediği sorunları gölgelemeden önce protestocuların burayı terk etme zamanı geldi”. Evet. Birkaç düzine çadır ve el yapımı pankartlarla küresel finansal çöküşü gölgelemek istemeyiz. İyi tespit Piskopos.
Din adamlarının yaptıkları bu ve benzeri açıklamalara baktıkça, ruhban sınıfının işleriyle uğraşmaktan İncil’i okumaya zaman ayırmadıklarını düşünüyoruz.Eğer okumuş olsalardı İsa’nın havarilerine “Bütün malvarlığınızı satın ve yoksullara dağıtın. İşte o zaman cennette hazinelere kavuşursunuz” (Markos 10:21), “Yoksullara doğru bilgiyi yayın” ve “zulüm görenleri özgürleştirin”(Luka 4:18) dediğini görürlerdi.
AZİZ PAUL ÇADIR ÜRETİCİSİYMİŞ
Protestocuları ve çadır kamplarını kiliseden uzaklaştırmak isteyenler ile Kilise’nin ahlaki yozlaşması karşısında şok olanlar arasındaki ayrım büyüyor. Bristol’lü Tony Gosling “katedrale giriş için para alınması tam bir skandal, böylece yoksullar İsa’dan ve kiliseden uzaklaştırılıyor” diyor. Ayrıca bir ironiye de dikkat çekiyor:“Aziz Paul’ün kendisinin de bir çadır üreticisi olduğuna dair kanıtlar var. Aziz Paul’ün babı mülksüzlere yardım etmekle ilgilidir. Protestocuların çadırlarıyla buraya geliş nedeni demokratik süreçten dışlanmış olmalarıdır”.