ABD zenginleşirken halk yoksullaşıyor

11 ocak 2011
ANN ROBERTSON & BILL LEUMER
Robertson: California Faculty Association üyesi olup San Fransisco
Devlet Üniversitesi’nde ders vermektedir.
Leumer: Uluslarası Kamyon Şöförleri Kardeğişliği üyesidir.
BirGün için çeviren: ONUR EREM

ABD’nin sosyal ve ekonomik görünümü hızla değişiyor. Ülke genelinde 1980’lerde artmaya başlayan gelir dağılımındaki adaletsizlik 1990’larda iyice hızlandı, 2000’lerde ise Bush ve Obama’nın vergi indirimi politikaları sonucunda uçuk oranlarda artmaya devam etti. 10’lu yılların başlanlangıcında da parayı ve refahı işçi sınıfından ve toplumun en alt tabakalarından alıp zengine aktarma geleneği hâlâ güçlenmeye devam ediyor.

The New York Times’tan Nicholas Kristof, 6 Kasım 2010’daki yazısında bize bu gidişatı iç karartıcı istatistiklerle göstermişti: “Büyük Amerikan şirketlerinin CEO’ları 1980’lerde ortalama bir işçinin 42 katı kazanmaktayken 2001’de bu fark 531 kata çıktı. Bundan daha sarsıcı olan istatistik ise 1980’den 2005’e kadar olan süreçte, ABD’nin toplam GSYİH artışının yüzde 80’i, toplumun en zengin yüzde 1’inin cebine girdi.”
Obama’nın Bush dönemindeki vergi indirimlerine devam etmesi, çalışan kesimin gelirlerini zenginlere aktarmaya yarıyor. Vergi indirimleriyle feda edilen gelirin yüzde 25’i, toplumun sadece en zengin yüzde 1’lik kesiminin ödemesi gereken vergilerden oluşuyor. Büyük resme bakıldığında geliri 40.000 doların altında olan insanlar vergi indiriminden yarardan çok zarar görüyor.
Emlâk vergisindeki değişiklikler de zenginlerin çıkarına olacak şekilde düzenlenmiş durumda. Bush öncesi dönemde yüzde 55 oranında gelir vergisi ödeyen bu kesim, günümüzde yüzde 35 oranında vergi ödüyor. Vergiden muaf tutulabilecek mülk miktarı 1 milyon dolardan 5 milyon dolara yükseltilirken, zengin kesimin hisse ve kâr payı gelirleri, işçilere uygulanan gelir vergisinin yanında aşırı düşük bir oran olan yüzde 15 ile vergilendiriliyor. Genellikle yılda milyonlarca dolar kazanan hedge fon yöneticileri ve özel yatırımcıların (güçlü lobileri sayesinde) ödedikleri vergi yüzde 15’in üzerine kesinlikle çıkmıyor.
SOSYAL GÜVENLİK PROGRAMI
Bu ham göstergeler, tek başlarına bile yeterince karamsarken, bunların ötesine bakmak insanı kahrediyor: Mesela, çalışanlardan Sosyal Güvenlik Programı için her geçen gün daha az para alınıyor, bu da sosyal güvenliğin her geçen gün ufalmasına ve halkın bu programdan daha az faydalanabilmesine neden oluyor. Geliri 106.000 dolardan fazla olan insanlardan Sosyal Güvenlik Programı için alınan verginin oranı ise (olması gerekenin tam tersine) sıradan işçiden alınanın çok daha altında.
Dahası, tehlike altındaki tek sosyal program Sosyal Güvenlik Programı değil. Milli Eğitim Programı dahil olmak üzere ülkedeki bütün sosyal programlar için tehlike çanları çalıyor. Vergi indirimleri sonucunda bütçe açığının artması, kamu harcamalarının çok yüksek olduğunu ve azaltılması gerektiğini savunan ultra-liberal kesimin elini güçlendirerek, sağlık ve eğitim gibi zenginlerin dert etmediği, ancak halkın çoğu için son derece büyük bir önemi olan sosyal programların üzerindeki kesinti baskısını güçlendiriyor. Başka bir deyişle, vergi indirimleri sonucunda çalışan kesimin daha az vergi ödemekten sağladıkları fayda, sosyal programlardaki kesintilerden gördükleri zararın karşısında anlamsızlaşıyor.
Sosyal Güvenlik Programı’na savaş açan Bütçe Açığı Azaltma Komisyonu eşbaşkanının tavsiyeleri uygulamaya geçerse, bu karamsar tablo daha da kötüleşecek. Bu tavsiyelerin arasında, beklenen yaşam süresinin 78 yıl olduğu ülkede emeklilik yaşını 69’a yükseltmek gibi, fiziksel güç gerektiren işlerde çalışanlar için işkence sayılabilecek bir tasarı var. Bu da yetmezmiş gibi, zenginlere daha fazla vergi indirimi, halkın geri kalanına ise vergi artırımı öngören maddeler de bu önerilerin arasında yer alıyor. The New York Times’dan Paul Krugman’a göre bütün bu tasarılar “orta sınıftan zengin bir azınlığa doğru bir varlık transferinden başka bir şey değil.”
Sonuç olarak gelirin adaletsiz dağılması sanayileşmeyle, zenginlerin şansıyla ya da kaderle alakalı bir olgu değil. Aksine, bu adaletsizlik kasıtlı olarak yapısal düzenlemeler sonucunda ortaya çıkmıştır. Yine The New York Times’tan, Bob Herbert’ın dediği gibi:
“… ABD’nin işçi sınıfının ve orta sınıfının 1970’lerden itibaren yaşadıkları ekonomik sorunların nedeni küreseleşme ya da teknolojik ilerleme değil, hükümetlerin yıllar boyunca en zengin kesimlerin lehine yaptıkları yapısal değişikliklerdir. Bu değişiklikler sürekli daha iyi bir şekilde örgütlenen zengin elitlerin talepleri doğrultusunda, gittikçe sofistikeleşen ve maddi açıdan daha çok desteklenen lobiciler sayesinde uzun bir süreçte, yavaş yavaş gerçekleştirildi. Vergi yasalarından regülasyonların azaltılmasına, kurumsal yönetimlerden sigorta yönetimine kadar her alanda yapılan düzenlemeler zaten zengin olan kesimlerin çok daha büyük servetlere sahip olması ve GSYİH’den daha fazla pay alması için yapılmıştır.”
Burada can alıcı nokta ise, bu değişimler ile yaratılan gelir dağılımı adaletsizliğinin toplumun her alanında esenliği baltalamasıdır:
Ekonomi: Bu eşitsizlik ekonominin belini büker. ABD’de ekonominin yüzde 70’i tüketime bağlı oluşmaktadır. Halkın büyük bir dilimi refahlarında kayıplar yaşamaya başlarsa ve bu kayıplar yıllar boyunca sürekli artıp bugünkü noktasına ulaşırsa tüketime bağlı Amerikan ekonomisinin çarkları dönmeyi bırakır. Kurumlar, aynen bugün olduğu gibi, milyarlarca dolarlık servetlere sahip olsa da ekonomi krize girer. Kurumlar, ürünlerine ve servislerine olan talep halkın refahıyla doğru orantılı olarak azalınca, yeni eleman işe almak istemezler ve bu kısır döngü ekonomiyi çöküşe götürür.
Milli Eğitim: Ekonomi için hayati bir önem taşıyan milli eğitim de ülkedeki servetin bir avuç zenginin elinde tekelleşmesiyle çürümeye başlar. Servetin çoğunluğunu elinde tutan bu insanlara vergi indirimi yapılması, devletin vergi gelirlerini üstel bir şekilde azaltıp eğitime ayrılan bütçeyi düşürür ve kalabalık sınıflarda daha kalitesiz eğitim almak zorunda kalan insanlar yetiştirir. Yeterli seviyede eğitimi alamayan bir halk yetiştirmek ise uzun vadede ülkenin gelişimini baltalar.
Demokrasi: Gelir adaleti olmayan bir toplum demokrasinin temellerini çürütür. Ülke servetinin azınlıklar elinde tekelleşmesi, bu azınlıklara servetlerinin bir miktarıyla lobi yaparak hükümet politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme olanağını tanır. Hükümetin bu azınlıklar çıkarına yapacakları değişiklikler doğal olarak toplumun genel çıkarlarının tersine olmaktadır. Sonuç olarak zenginler lobi faaliyetleri sayesinde servetlerini artırmakta, servetlerini artırdıkça da daha çok lobi yapma olanağına ulaşmaktalar.
Maalesef ABD yönetimindeki siyasetçilerin neredeyse hiçbiri, toplumun ve ekonominin hem kısa vadede hem de uzun vadede zararına olan bu yapısal çerçeveyi değiştirme sinyali vermiyor. Aksine, Alabama Temsilcisi ve Temsilciler Meclisi Finansal Servisler Komitesi’nin gelecekte başkanı olacak Spencer Bachus, geçtiğimiz ay yaptığı açıklamada, “Washington’ın ve ülke yönetimindeki insanların varoluş nedeni bankalara hizmet etmektir” dedi. Aslında Bachus’un bu düşünceleri kendiliğinden oluşan düşünceler değil, kendisinin bu mevkiye yükselmesine yardımcı olan kişiler ve gruplar tarafından beynine kazınmış düşünceler. Zaten onların istediklerinin aksine hareket ederse bir sonraki seçimlerde yerini koruması büyük ihtimalle mümkün olmaz. Senatör Dick Durbin’in şaşırtıcı bir dürüstlükle söylediği gibi, “Bankaların hatalı hamleleri sonucunda girdiğimiz bu kriz dönemindeyken bile, bankalar hâlâ Washington’daki en güçlü lobi grubu. Washington’ın sahipleri gibiler, inanması güç ama gerçek.”
Gelir dağılımı adaletsizliğinde ABD’den daha kötü durumda olan ülkelerde (ki bunların neredeyse hepsi üçüncü dünya ülkesi) yolsuzluk yapısal bir hastalığa dönüşmüş durumda. Maaşlarıyla geçinmekte zorlanan kamu çalışanları, yapmaları gereken her görev için yurttaştan rüşvet istemeye başlar. Polisler güvenlik için, doktorlar tedavi için yurttaşlardan ekstra ücretler talep eder, ekonominin çerçevesi içinde yaşamlarını kazanamayan insan sayısının artması sonucunda bu insanlar karanlık işlere girerler ve uyuşturucu trafiği yoğunlaşır. İşte ABD’nin yaklaşmakta olduğu tablo bu.
Son olarak, gelir dağılımındaki adaletsizlik toplumda karşılıklı saygı ve empati duygusunu da yok eder. Ekonomik uçurum yüzünden yaşamları arasında ortak bir nokta kalmayan insanlar birbirleri için sempati de beslemezler. İnsanlar kötü durumdaki ihtiyaç sahiplerine sadece kendilerini tatmin etmek için yardım etmeye başlarlar. Toplumun tamamı için faydalı olan şeyler anlamsız idealistlikler olarak görülürken bencillik ve açgözlülük hüküm süren tek gerçeklik haline gelir.
PATLAMAYA DOĞRU…
Ne yapılabilir? Sürekli artan eşitsizlikten kaynaklanan gerilim doruğa ulaşarak bir patlama yapmaya, her geçen gün daha da yaklaşıyor. Örgütlenmiş işçileri harekete geçirerek bu duruma karşı bir direniş başlatabilecek sendika ve örgüt yöneticileri ise adeta felç olmuş gibiler. Yaptıkları tek faaliyet, iki yılda bir etrafa para saçarak Demokratlar’ın seçim kampanyalarına destek vermek, bu kampanyaların sonucunda iktidara gelen demokratların taleplerini yerine getiremeyişlerini izlemek, iki yılın ardından tutulmayan sözleri unutarak tekrar bütün paralarını Demokratlar’ın seçim kampanyası için saçarak hüsranla sonuçlanan bu kısır döngüyü devam ettirmek.
Ancak bu kısır döngünün de bir sonu vardır. Demokratlar’a bağımlı bir kene gibi yapışan sendika yöneticileriyle taban arasındaki iletişimsizliği artıran bu döngü, şirketlerin giderek zenginleşmesini izlerken işlerinden olan, maaşları kesilen veya evsizlik tehlikesi yaşayan sıradan işçileri sinirlendiyor. Artık işçiler, iktidarda kim olursa olsun yoksullaşmaya devam ettiklerinin farkına vardılar. Bu yüzden her geçen gün daha çok işçi, demokratlara olan güvenini yitiriyor. Dahası, gerçek bir değişim istemelerine rağmen kimsenin bir şeyi değiştiremediğini gördükleri için genel olarak bütün siyasetçilere ve yöneticilere karşı güven kaybı yaşıyorlar.
Bu kördüğüm halinde var olan tek alternatif sokaklara inmek, kitlesel bir örgütlenmeyle büyük grevler yapmaktır, aynen 1930’larda işçilere birçok kazanım sağlayan militan mücadele dönemi gibi. Ya günümüzde gerçeklikten kopuk sendika ve örgüt yöneticileri inisiyatifi ele alıp, sıradan işçiler tarafından gerçekleştirilen büyük eylemleri kontrol edemeyeceği için bu tarz eylemler istemeyen Demokrat Parti’ye meydan okuyacak; ya da işçilerin birikmiş öfkesi patlayarak, sendika yöneticilerini devreden çıkartarak geniş katılımlı direnişler örgütleyebilecek yeni bir yapı kuracak. Çünkü artık işçilerin örgütlü bir şekilde direnme zamanı geldi, ve bunun önünde kimse duramaz.

About onurerem

journalist @ birgün newspaper. twitter.com/onurerem
Bu yazı Çeviri içinde yayınlandı ve , , , , , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın