The Occupied Times of London’dan seçmece yazılar:
—
Meksika dağlarından St. Paul’e
Flamina Giambalvo
Şu ana kadar ortaya çıkan sayısız işgal hareketini birleştiren şey, artan özelleştirmelerin ve eşitsizliğin eleştirisiydi. Bize göre bu iki olgu, gerçek bir demokrasinin önündeki iki büyük engel. Hepimiz artık içinde yaşadığımız sahte düzenden kurtulmak istiyoruz.

Zapatista kadınlar
Geçtiğimiz onyıllarda liderlerimiz bizi, yani halklarını ikinci plana atarak hareket ettiler. Hayatımızı şekillendiren kararları bize sormadan, bazen de muhalefetimize rağmen aldılar. Bunun sonucunda halkların kendini ait hissedeceği bir hareket ihtiyacı ortaya çıktı. Yüzde 99 sloganıyla birlikte baskı gören tüm gruplarla dayanışma içinde hareket etmeye başladık. Ancak bu süreçte hiç bir zaman bir grubun veya başkalarının adına açıklamalarda bulunmadık, onların temsilciliğine soyunmadık. Liberal demokrasilerin temsiliyet sisteminden şikayetçi insanlar olarak aynı hataya düşmek istemedik.
Başkaları için konuşmayı veya onların liderliğine soyunmayı reddeden ilk toplumsal hareket biz değiliz. Bu tarz sosyal deneylerin en başarılısı ve dikkat çekicisi, bence Zapatistalar.
Onların deneyimleri 1994’te, Zapatista Devrimci Ordusu Meksika Devleti’ne savaş açarak federal güçleri Chiapas bölgesinden püskürttüğünde başladı. O günden beri halkla birlikte savaşarak Chiapas’ı askerlerden, kontrgerillalardan ve kurumlardan korumaya uğraşıyorlar. Her ne kadar klasik bir ordu görünümünde olsalar da direnişleri genellikle şiddet içermeyen direnişler oluyor. Zapatistaların temel amacı Chiapas bölgesindeki halkın sesini bulmasına ve bu sesi (kendilerini ‘temsil ettiğini’ iddia eden insanlar da dahil olmak üzere) kendilerine karşı sağır kalan insanlara duyurmak: Meksika siyasetinin kurulu partileri ve çeşitli Marksist/devrimci gruplar.
Hareketin en ünlü sözcüsü Subcomandante Marcos’un da anlattığı gibi “Zapatizmo bir ideoloji değildir. Bir doktrin tarafından satın alınmamış veya üretilmemiştir. Zapatizmo, bir önsezidir. O kadar açık ve esnektir ki her yerde vuku bulur. Zapatizmo ‘Beni dışlayan şey nedir? Beni izole eden şey nedir?’ sorularını sorar. Ve her yerde bu soruların cevapları farklıdır.”
Zapatistaların en etkileyici özelliklerinden biri “yönet-itaat et” adını verdikleri karar alma mekanizmalarıdır. Zapatistalar, Devrimci Yerli Gizli Komite’lere hesap verme yükümlülüğünü kabul ederler. Bu komiteler katılımcı demokrasi prensibine göre seçilmiş yerel ve bölgesel meclislerdir. Ancak bunlar kalıcı yapılar değil, farklı toplulukların görüşlerine göre sürekli değişen yapılardır.
Bu sistem, Marks’ın Paris Komünü konseptinin ötesine geçiyor. Bu devrimci örgütlenmenin çalışması için her bir ‘yoldaş’ın fikrini beyan etmesi gerekiyor. Böylece güç, tabandan çok daha yukarılarda bir yere gitmiyor, tabanın görüş ve isteklerinin değişmesiyle beraber kolayca değişebilir bir halde, tabanın içinde bulunuyor.
Bu süreç bir zaman israfı olarak gözükebilir, ancak bu sayede tartışmanın kendisi sonuçlarından daha önemli bir yere sahip olur. Hemen varılacak sonuçlara değil tartışmaya odaklanıldığı için ortaya çıkan şey daha olgun olur. Dünyanın ilk gerçekte kapsayıcı (içlemci) devrimci hareketi bu sürecin bir ürünüdür. Marcos’un da dediği gibi “Güçlülerin dünyasında onlar ve köleleri dışında kimseye yer yoktur. Biz bunun aksine bir çok ‘farklı dünyanın’ sığabileceği bir dünya istiyoruz. İnşa ettiğimiz ulus bütün toplulukların ve dillerin kendisine yer bulabileceği, bütün ayakların yürüyebileceği, herkesin neşeyle gülebileceği ve gün batımının keyfini çıkarabileceği bir ulus”.
Zapatistaların duruşu ve felsefesi kayda değer olmanın ötesinde siyaset sahnesinin önemli bir sorununa da parmak basıyor: Temsiliyet. Zapatistaların önerdiği model, bütün dünyanın temsiliyet sisteminin işlevsizleşmesini tartıştığı bir dönemde dikkat çekici bir alternatif olarak ortaya çıkıyor.
Bizler de çadır topluluklarımızda, siyaset yapmanın – siyasal sınıf denen bir sınıfa ait olan – bir meslek olmadığı düşüncesi üzerinden yeni siyaset yöntemlerine yer açıyoruz. Çünkü bize göre siyaset bir meslek değil, aksine problemlerimizi kolektif olarak çözmenin tek yolu.
St. Paul’de kamp kuran işgal hareketi de dahil olmak üzere dünya genelindeki işgal hareketleri ile Zapatistalar arasındaki bağ da tam olarak “yeni bir şeye, halka hizmet eden yeni bir ekonomik ve siyasal sisteme” duyulan ihtiyacın önsezisidir. Bu açıdan dünya genelindeki yoksullar ve baskı gören insanlar adına konuşmaktansa onlarla dayanışma içinde olmayı tercih ediyoruz. Bu yenilenmiş söylem, farklılıklarımıza rağmen dünya çapında ayaklanan insanlarla büyük bir ortak paydamız olduğu gerçeğini öne çıkartıyor. Bizim verdiğimiz mücadele, ‘güç’ (veya neo-liberalizm) ile ona maruz kalan milyonlarca insan arasındaki mücadelelerden sadece bir tanesi.
***
Adına da derler demokrasi – Latin Amerika’dan öğrenmek
Adam Ramsay
Londra Borsası yakınlarında bir çadırın üstünde 2011’in sloganı yazıyor: “Gerçek demokrasi şimdi”. Kampa gidip oradaki insanlarla konuştuğunuzda, insanların size söyleyecekleri şey önemli olanın talepleri değil, talepleri oluşturan tartışmaları olduğunu söyleyecektir. Buradaki insanların tartışmaları gerçekten verimli ve öğretici tartışmalar oluyor. Atina’dan New York’a, Madrid’den Londra’ya kadar bütün göstericilerin bankalara, eşitsizliğe ve kapitalizme öfkesi hareketlerin ana motivasyonu. Hareketlerin vizyonu ise, kendisini ilgilendiren kararlarda herkesin sözünün dinleneceği bir dünya.
Sovyet tarzı sosyalizmin çöküşüyle beraber dünya çapında sol kendi sesini bulmakta bocaladı. Avrupa ve Kuzey Amerika’da sol sağa kaydı. Latin Amerika’da da neo-liberal politikalar yükselişe geçti. Solun, kendine yeni bir temel yaratması, yeni fikirleri işlemesi, denemesi ve kabul etmesi zaman aldı.
“Gerçek demokrasi” talepleri Kuzey Avrupalılar için finansal çöküşe verilen ilginç, yeni ve heyecan verici bir cevap olarak gözükse de Avrupa’daki işgallerin temelinde Venezüela, Brezilya ve Bolivya’da verilen büyük mücadeleler yatıyor. Latin Amerikalıların ayakizlerini takip ediyoruz. Onların talepleri ve siyasetleri sosyalizmi yeniden hayal etmenin bir anahtarı adeta.
Gerçek demokrasinin ne olduğunu anlamak için finans semtlerinde toplanan protestocular ve işgalcilerden başka sayısız örneğe bakabiliriz. 1988 yılında Brezilya İşçi Partisi, Porto Allegre Belediyesi’nde seçimleri kazandığında şehir aşırı yoksullukla boğuşuyordu. İşçi Partisi’nin belediye başkanı bütçeyi kendi başına hazırlamak yerine halka hazırlatmaya karar verdi. O günden beri her yıl şehir sakinleri binlerce kişilik buluşmalara katılarak önceliklerini belirliyor, bunları uygulamaya koyacak delegeleri seçiyor ve şehrin birkaç milyon dolarlık bütçesinin nasıl harcanması gerektiğine, halk için hangi harcamaların daha faydalı olacağına kendileri karar veriyorlar.
Bu süreç zamanla çok geniş destek buldu – sosyalist partilerin programlarını eleştiren kurum ve kuruluşlardan bile destek aldı. En önemlisi, bu uygulama kıta çapında uygulanmaya başladı. Arjantin’den Venezüela’ya kadar bir çok şehir, mahalle ve toplum bu uygulamadan ilham alarak halk konseyleri, çalışma kooperatifleri, anayasal meclisler ve çeşitli toplumsal gruplar ile doğrudan demokrasi sürecini inşa etti.
Kamusallaştırma ve kamusal hizmetlere yatırımın arttırılmasının yanı sıra radikal demokrasi de Bolivarcı devrimin temel taşlarından bir tanesi. Lula, Chavez ve Morales’in hükümetleri, farklılıklara sahip olsalar da (hatta beğenmediğimiz bazı politikalar izleseler de) radikal demokrasi deneyine çeşitli şekillerde büyük katkılar sunmuşlardır. Bu deneyler pozitif sonuçlar üretmesiyle beraber Latin Amerika’nın anti-kapitalist halkları – ve hükümetleri – yirmibirinci yüzyıl sosyalizmini şekillendirdiler.
Tabi ki komünizm özünde, komünitelerin (toplulukların) gücün sahibi olmasının mücadelesiydi. 1649’da İngiltere’deki Kazıcılar’dan (The Levellers) günümüze kadar yerel kontrol, radikal kontrol, yerinden ve özerk yönetim Britanya solunun mücadele alanı olmuştur. Yirmibirinci yüzyılın başında dünya çapında başarılı bir şekilde uygulanan anti-kapitalist politikalardan ilham alıyoruz. Belki de işgal hareketleri, bu fikirlerin Avrupa’ya yayılmasının öncüleri olacaklar.
***
Daha çevreci bir işgal için güneş enerjisi
Emma Fordham

işgal alanına yerleştirilen güneş panellerinden biri
Enerji Çalışma Grubumuzun uğraşları sonunda meyvelerini verdi; bu hafta 3 güneş paneline kavuşacağız. Kulağa kolay geliyor olsa da bu noktaya varabilmek için uzun ve yorucu bir yoldan geçmemiz gerekti. Bazı zorlukların nedeni teknik konulardı: Hangi panelden almalıyız, kaç volt gücünde olmalı, çeviriciye ihtiyacımız var mı gibi sorulara cevap aradık. Bazı zorluklar ise pratik nedenlerden kaynaklanıyordu: ‘Panelleri nasıl alacağız’, ‘yılın bu mevsiminde, etrafımınzda uzun binalar varken güneşten faydalanabileceğimiz alanlar var mı’ sorularına cevap bulmamız gerekti.
Bu süreçte hiç beklemediğimiz sorunlarla da karşılaştık. Bütün idealizmimize rağmen işgal kamplarından yaşadıklarımız, aslında dünyanın bir mikrokozmosu olduğumuzu, dünyada yaşanan bir çok çelişkiyi bu kamplarda ve hatta kendi içlerimizde de bulabileceğimizi gösterdi bize.
Yeşil enerji ekibi hizmet sağlayan bütün çadırları ziyaret ederek onların enerji ihtiyacını hesapladı. Hesaplamaların ardından bütün çadırların tahminlerin çok üzerinde bir enerji tüketimi yaptığını gördük. Bir fiş takarak veya bir düğmeye basarak elektrik enerjisi kullanmaya o kadar alışmışız ki, bir süre elektrikten uzak kaldığımızda yabancılaşıyoruz. Yeşil enerji ekibinin yüksek tüketim karşısında şaşırdığını görünce, işgal kampını hem kampçılar hem de dışarıdan katılmak isteyen insanlar için bir enerji tasarrufu eğitimi merkezine çevirmeye karar verdik.

yazının yazılmasının ardından işgal alanına birden çok güneş paneli yerleştirildi
Yeni enerji kaynağımız olan güneş panellerine geçişimiz aşamalı olacak. St. Paul kampında, teknoloji çadırının arkasında saklanan gürültülü ve pis kokulu jeneratörle aramızda garip bir duygusal bağ oluşmuş. Onu bir anda ortadan kaldırmak hem zor olabilir hem de tepki çekebilir. Bu yüzden önce güneş panellerinin pillerini tamamen dolduracağız, aydınlatma sistemlerimizi en tasarruflu sistem olan LED ışıklara çevireceğiz, ardından da kademeli bir şekilde jeneratörün ürettiği enerjiyi azaltacağız.
Bu kış kamptakilere ufak bir sürprizimiz de olacak: Jeneratör bisikletler! Spor salonlarındaki bisiklet aletlerine benzeyen bu alette çevirdiğimiz her pedal elektrik enerjisine dönüşecek. Böylece hem kış soğuğunda kapalı bir ortamda pedal çevirerek vücutlarımızı ısıtacağız, hem formumuzu koruyacağız hem de elektrik üreteceğiz! Ayrıca elektrik üretmenin ne kadar zahmetli olduğunu gördükten sonra kampçılar elektrik tüketimlerini daha da azaltabilir.
Beklentilerimizi azaltmalı, alışkanlıklarımızı değiştirmeliyiz. İnsanlar cep telefonlarını sürekli şarj etmeden yaşama fikrine alışmalı. Elektrikli su ısıtıcaları da yasaklanacak. Aslında dünyanın ayak dirediği ‘enerji tüketimini azaltmak için konfordan feragat etme’ yolundan geçeceğiz biz de. Çünkü bu çevremizin sürdürülebilirliği için büyük bir ihtiyaç. Ayrıca jeneratöre sürekli mazot almak önemli bir finansal gider. Gücü azaltacağız, kaynakları daha tasarruflu kullanacağız. Tutumluluğu benimseyeceğiz. Şu anda kamptaki bütün atıkları geri dönüştürüyoruz, ama bu yeterli değil. Şu jeneratörün kapandığında kavuşacağımız sessizliği ve huzuru bir düşünün

işgal alanına kurulan çadır şehir üniversitesi’nin güneş panelleri
Finsbury Meydanındaki kamp (Ç.N.: Londra’daki ikinci işgal kampı) bizden bir adım daha önde. Bir adet güneş panelini çoktan yerleştirmişler bile. Mazotla çalışan jeneratörlerini, restoranlardan ve evlerden toplanan kızartma yağlarıyla çalışan bir jeneratörle değiştirmekteler. Karşı sokaktaki Fikir Bankası’nın (Bank of Ideas) prizlerini kullanarak cep telefonları ve bilgisayarlarını şarj edebiliyorlar. Fikir Bankası ekibi binanın çatısını da güneş panelleriyle donatmayı hedefliyor. Böylece hem binadaki ihtiyaçları, hem işgal kamplarındaki elektrik ihtiyacını karşılamayı, hem de kullanılmayan elektriği şebekeye satarak kazanılan parayı işgal hareketimizin yeni projelerinde kullanmayı hedefliyorlar. Eğer bu gerçekleşirse, hayalimizdeki sınırsız fikir ve projelerden birkaçını daha – hatta belki de hepsini – hayata geçirebiliriz. İşgalimiz, değiştirici ve dönüştürücü bir işgaldir!