18.04.2014
The Paris Review dergisi, 82 numaralı 1981 Kış sayısında Gabriel Garcia Marquez ile uzun bir söyleşiye yer vermişti. Marquez’in yazarlığa başlaması, kendi özgün anlatım biçimini bulması ve sinema, çevirmenlik, disiplin gibi konularda düşündüklerini aktardığı, Peter Stone’un gerçekleştirdiği o söyleşiyi kısaltarak sizlere aktarıyoruz:
>> Yazmaya nasıl başladınız?
Çizerek. Karikatür çizerek. Okuma-yazmayı öğrenmeden önce evde ve okulda karikatürler çizerdim. Liseye geldiğimde ise adım yazara çıkmıştı. Oysa henüz hiçbir şey yazmamıştım! Dilekçe, broşür yazma gibi işleri hep bana yaptırdıkları için herkes bana yazar diyordu. Üniversiteye başladığımda edebiyat alanındaki bilgi birikimimin yaşıtlarıma göre çok iyi olduğunu fark ettim. Üniversitede çağdaş yazarları okumaya başladım. Bir arkadaşım Kafka’nın kısa öykülerinden oluşan bir kitap getirmişti. Dönüşüm’ün daha ilk satırını okuduğumda sarsılmıştım. Daha önce okuduğum hiçbir şeye benzemiyordu: “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı rüyalarından uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş bir halde buldu”. Bu cümleyi okumadan önce, insanların böyle şeyler yazmasına izin verildiğini bilmiyordum. Eğer bilseydim, çoktan yazmaya başlamış olurdum.
Ben de hemen kısa öyküler yazmaya başladım. Tamamen entelektüel kısa hikayelerdi yazdıklarım. Çünkü onları sadece edebi deneyimime dayanarak yazıyordum, edebiyat ve hayat arasındaki bağı kurmayı başaramamıştım daha. Hikayelerim Bogota’daki El Espectador’un kitap ekinde çıktı ve başarılı bulundu – muhtemelen Kolombiya’da kimse entelektüel kısa öyküler yazmadığından. Ülkedeki öyküler genelde taşra ve toplumsal hayat üzerine yazılıyordu o dönemde. İlk öykülerimde Joyce etkisi olduğu söyleniyordu.
>> Joyce okumuş muydunuz o zamanlar?
Hayır, daha önce hiç okumamıştım. O yüzden Ulysses’i okumaya başladım, İspanyolcadaki tek edisyonundan. Sonrasında Ulysses’in hem orijinalini hem de çok iyi tercüme edilmiş bir Fransızca versiyonunu okumuş biri olarak diyebilirim ki İspanyolca çevirisi çok kötüydü. Ama yine de sonrasında bana çok faydalı olabilecek bir şey öğrendim o kitaptan: İçsel monolog tekniği. Daha sonra bunu Virginia Woolf’ta da buldum ve onun monolog kullanışını Joyce’dan da çok seviyorum. Yıllar sonra bu monolog tekniğini icat edenin Lazarillo de Tormes adını kullanan anonim bir yazar olduğunu öğrendim.
GERÇEKLİKLE BAĞ KURMAK
>> Yazmaya başladığınızda hangi yazarların etkisi vardı üzerinizde?
Amerika’nın kayıp kuşak yazarları kısa öykülerimdeki entelektüel tutumdan kurtulmama yardımcı oldu. Onların edebiyatının hayatla kurduğu ilişkiyi görünce yazılarımdaki eksikliği anladım. Tam da o dönemde bir olay oldu: 9 Nisan 1948’de Bogotazo’da Gaitan adında siyasi bir lider vuruldu ve Bogota halkı sokaklara döküldü. Haberi duyduğumda kaldığım pansiyonda öğle yemeğine oturmak üzereydim. Olay yerine gittiğimde Gaitan’ı çoktan taksiyle hastaneye götürmüşlerdi. Pansiyona geri dönerken halkın sokaklarda eylem yaptığını, dükkanları yağmaladığını, binaları yaktığını gördüm ve onlara katıldım. O akşamüstü, nasıl bir ülkede yaşadığımı ve yazdığım öykülerin ülkedeki gerçeklikle ne kadar az bağının olduğunu fark ettim.
Sonradan Karayipler’de çocukluğumu geçirdiğim Barranquilla’ya dönmek zorunda kaldığımda ise yaşamak istediğim, bildiğim ve yazmak istediğim hayat tarzının o olduğunu fark ettim.
1950-51 gibi bir olay daha olduğu yazınımı etkileyen. Annem, doğduğum yer olan Aracataca’ya giderken ona eşlik etmemi ve doğduğum evi satmamızı istedi. Oraya vardığımızda çok şaşırdım. 8 yaşında terk ettiğim bu eve 22 yaşında geri dönmüş ve hiçbir şeyin değişmediğini fark etmiştim. Köyümüze bakarken sanki o köyü görmediğimi hissettim. Görmektense, okuyor gibi deneyimliyordum. Sanki gördüğüm her şey halihazırda yazılmıştı. Bana düşen tek şey o yazıyı kopyalayıp yapıştırmaktı. Evler, insanlar, anılar… Her şey edebiyata dönüşmüştü. O dönemde Faulkner okumuş muydum hatırlamıyorum ama yalnızca Falkner’inki gibi bir teknik gördüklerimi yazıya aktarmamı sağlayabilirdi. Oradaki atmosfer, çöküntü ve köyün sıcağı Faulkner’de hissettiğim gibiydi. Eleştirmenler bende Faulkner’in edebi etkisinin olduğunu söylüyordu, ama bence bu bir tesadüf: Karşımdaki Faulkner’in yaptığına benzer bir şekilde ele alınmayı gerektiren bir materyaldi.
O köy seyahatinden Yaprak Fırtınası ile döndüm, ilk romanım oldu. Yolculukta, çocukluğumda gerçekleşen her şeyin bir edebi değeri olduğunu fark ettim. Yaprak Fırtınası’nı yazdığım andan itibaren yazar olmak istediğimi fark ettim. Kimse beni durduramazdı ve yapmam gereken şey dünyanın en iyi yazarı olmayı denemekti. Sene 1953’tü ve ilk telif gelirimi 1967’de alabildim, 5 kitap yazdıktan sonra.
YÜZ YILLIK YALNIZLIK
>> Yaprak Fırtınası’ndan sonra Yüz Yıllık Yalnızlık’ı yazana kadar nasıl bir tarz arayışındaydınız?
Yaprak Fırtınası’nı yazdıktan sonra çocukluğum ve köyümle ilgili yazmanın ülkemin gerçekliğinden kaçmak için bir bahane olduğuna karar verdim. Ülkenin siyasi atmosferinden bir nostalji perdesinin arkasına saklanarak kaçtığımla ilgili yanlış bir izlenime kapıldım. O dönemde siyaset ile edebiyat ilişkisi çok tartışılırdı, ben de ikisini birbirine yakınlaştırmak için emek harcadım. Sonra fark ettim ki, çocukluğumla ilgili yazdıklarım gayet politikti ve ülkenin politik gerçekliğiyle ilişkiliydi. Ne yapmak istediğime dair bir fikrim vardı, ama doğru tonu bulana kadar ne olduğunu anlayamadım. İşte o ton Yüz Yıllık Yalnızlık’ta kullandığım tondu. Temelinde ninemin masal anlatırken kullandığı ton vardı. Kulağa gerçeküstü ve fantastik gelen şeyleri tam bir doğallıkla. Bu tonu keşfettikten sonra oturdum ve 18 ay boyunca her gün çalıştım.
SIRADIŞI BİR DİSİPLİN ŞART
>> Disiplin sizin için önemli mi?
Sıradışı bir disipline sahip olmadan okunmaya değer bir şey yazmanız imkansızdır.
>> Yüz Yıllık Yalnızlık’ın başarısını öngörmüş müydünüz?
Öncekilerden daha iyi bir kitap olduğunu biliyordum, ama yayın evi 8 bin baskı ile çıkacağını söyleyince inanamadım. Önceki kitaplarım en fazla 700 satmıştı. Kitap bir haftada tükendi.
>> Neden bu kadar başarılı oldu Yüz Yıllık Yalnızlık?
Hiçbir fikrim yok, çünkü kendi eserlerimi eleştirmeyi becerebilen bir insan değilim. En sık duyduğum açıklama, kitabın Latin Amerikalı insanların hayatları hakkında yazılan ve içeriden yazıldığı belli olan bir kitap olması.
ŞÖHRETİN YIKICILIĞI
>> Sizce bir yazarın kariyeri için erken yaşta üne ve başarıya ulaşmak kötü bir şey mi?
Bence bütün yaşta kötü bir şey bu. Çünkü yazarlar için yıkıcı sonuçları oluyor. Yazmak, hakkında bir şeyler yazılmasından çok daha önemli. Benim 40 yaşıma kadar bir kuruş kazanmadan, ünlenmeden beş kitap yazmam çok önemliydi kariyerim için.
>> Neden şöhretin yazarlar için yıkıcı olduğunu düşünüyorsunuz?
Çünkü şöhret özel hayatınızı işgal eder. Arkadaşlarınızla geçirebileceğiniz, çalışabileceğiniz zamandan çalar, sizi gerçek dünyadan izole eder. Bazen keşke eserlerim ben öldükten sonra basılsaydı da ünlü olmakla uğraşmasaydım diyorum. Çünkü ünlüyken günün 24 saati ünlüsünüz. Bir düğmeye basıp yarına kadar ünlü olmayayım diyemiyorsunuz. Benim durumumda, şöhretin tek olumlu yanı siyasi amaçlar için kullanabileceğim güçlü bir araç olmasıydı.
SİNEMA ÜZERİNE: Film endüstrisinde çalışmak isterdim ama…
>> Sizce kitaplar filmlere başarılı bir şekilde uyarlanabilir mi?
Bugüne kadar iyi bir romanın daha da gelişerek beyaz perdeye taşındığını hiç görmedim ama çok kötü romanlardan çok güzel filmler çıktığını gördüm.
>> Film çekmeyi düşündüğünüz oldu mu?
Yönetmen olmak istediğim bir dönem vardı. Roma’da yönetmenlik eğitimi aldım. Sinemanın sınırların olmadığı, her şeyin mümkün olduğu bir ortam olduğunu hissediyordum. Meksika’ya film sektöründe sinema yazarlığı yapmak için geldim. Ama sinema tahmin ettiğimden çok daha fazla sınıra sahipti. Endüstriyel bir sanat haline geldiği için çok fazla kural vardı ve bu da söylemek istediğinizi ifade etmeyi epey zorlaştırıyor. O noktadan sonra sinemadan uzaklaştım. Bugün sinemayla ilişkim, birlikte yaşayamayan ama birbirleriyle değilken yapamayan çiftlerin ilişkisi gibi.
GAZETECİLİK ÜZERİNE: Gazeteciliğim ve yazarlığım birbirini besledi
>> Gazeteciliğiniz yazarlığınıza da katkı sağladı mı?
Bence buradaki etkileşim çift taraflı. Kurgusal yazarlık gazeteciliğimi ona edebi bir değer katarak geliştirdi. Gazetecilik ise beni gerçeklikle yakınlaştırarak yazarlığımı geliştirdi.
Ayrıca gazetecilikten gelen ve edebiyatta kullanabileceğim birkaç teknik var. Örneğin insanlara gökte uçan filler var desen inanmazlar. Ama gökte uçan 425 fil gördüm dersen inanırlar. Annanemin kullandığı ve Yüz Yıllık Yalnızlık’ta olan teknik işte buydu.
ÇEVİRİ ÜZERİNE: Çevirmenlere hayranım
>> Çevirmenler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çevirmenlerin hayranıyımdır, dipnot yazanlar hariç. Çünkü dipnotlarda, açıklama yapmak adına yazarın orada olmasını istemediği şeyler koyarlar.
Çevirmenlik çok zor bir iştir, emeklerine karşılık aldıkları maaş ise komiktir. Yayıncılar acınası paralara çalıştırdıkları bu kişilerin üretimini edebi bir üretim olarak görmezler, oysa iyi bir tercüme, bir eserin yeniden yaratımıdır.
Gregory Rabassa’nın büyük hayranıyım. Kitaplarım 21 dile çevrildi ve çeviri yaparken beni arayıp dipnota yazmak için bir bölümle ilgili açıklama istemeyen tek isim oydu.
Ben de çeviri yapmak isterdim, özellikle Malraux Conrad ve Sanit-Exupéery’yi. Ama o zaman kitap yazmaya vakit kalmazdı ve ayrıca kazandığım para yaşamama yetmezdi.
BİRGÜN İÇİN ÇEVİREN: ONUR EREM
Orijinali: http://www.theparisreview.org/interviews/3196/the-art-of-fiction-no-69-gabriel-garcia-marquez