21. yüzyılda devrimin anlamı ve gerekliliği

Jérôme E. Roos – ZNet
BirGün için çeviren: Onur Erem

12 Mayıs Küresel Eylem Günü dünya çapında meydanları işgal eden hareketler için bir canlanma sağladı. Ama krizin devam ettiği şu günlerde dünya çapındaki hareketlerin geleceği ne olacak?

Küresel Eylem Günü’nden bir gece önce, 11 Mayıs’ta Avrupa tarihinin en önemli devrimci anlarından bazılarına sahne olmuş, günümüzde de pazar merkezli topluma ve çarpık bir demokrasiye karşı isyan bayrağını dalgalandıran Barselona’da bulunmak gerçekten büyüleyici.

Bu metin Jérôme E. Roos’un 12 Mayıs Küresel Eylem Günü’nden bir gün önce Barcelona’da toplanan kitleye yaptığı konuşmanın metnidir. Fotoğraf ise bir gün sonrasından.

Tarihi zamanlardan geçiyoruz. Geleceğimiz belirsiz gözükse de, eski solcuların romantik düşüncelerinde kalakalmış “küresel devrim” hayalinin bir şekilde tekrar dünyaya döndüğü, kitleleri sokağa döktüğü bir çağdayız. Kapitalizm kelimesinin dünya çapında milyarlarca insan için artık “çok çalışıp karşılığında ödül almak” değil, çalışacak iş bulamamak anlamına geldiği günlerin içindeyiz. Öyle bir zamandayız ki artık devrimci teori ve pratiğin sadece akademik camianın ve bir grup aktivistin ayrıcalığından çıkıp küresel bir ihtiyaç ve hatta yeryüzünde varolan bir gerçeklik haline geldiğine tanık oluyoruz.

TARİHİN KIYISINDA

Neo-liberalizmin kültürel hegemonyasının temelini oluşturan “büyüme ve ilerleme”nin; temsili demokrasi ve serbest piyasanın herkese özgürlük ve refah getireceği düşüncesinin yavaş ve acı dolu bir şekilde ölüşünü izliyoruz. “Tarihin sonu”nun aldatıcı ideolojik aynasının çatlamasıyla birlikte önümüzde çok sayıda gelecek alternatifi görmeye başlıyoruz. Soğuk Savaş’ın bitişinden kısa bir süre sonra dünyanın dört bir yanında sokağa çıkan insanlar tarafından küresel neo-liberal düzenin temelinin sallanışına tanık oluyoruz. En inanılmaz şey ise bütün bunların gözümüzün önünde olması.

Geçen gün 1968 öğrenci hareketini Paris’te yaşamış, 1970’ler ve 80’ler boyunca Güney Amerika’daki darbeler ve devrimler arasında mekik dokumuş bir gazeteciyle konuşmuştum. Kriz ile ilgili yaptığı bir tespit hâlâ aklımda: İnsanları ikna etmek için sahnelenen “sistemsel istikrar” illüzyonu kriz dönemlerinde yıkılırken halk farklı çıkar gruplarının ve siyasal aktörlerin aslında neler yaptıklarını, neyin peşinde olduklarını anlama fırsatı bulur. Sistemin bütün çarpık özü gözler önüne serilir. Günümüzde içinde bulunduğumuz krizin tek bir güzel yanı varsa o da merkezci partilerin bütün halkı ikna eden yalanlarının kökünden sökülmesi ve siyasal mücadelenin tekrardan sınıf ayrımı temeline oturmasıdır.

Kısaca kriz sınıf mücadelesini tekrardan öne çıkardı. Krizle beraber mutlu mesut bir orta sınıf kalmadı. Tasarruf paketleri ile küresel ekonomideki ayrılıklar ortaya çıktı. Mücadelenin tarafları belli oldu: Bir yanda yüzde 1 (siyasetçiler, finansçılar, CEO’lar ve askeri elitler) ve diğer yanda dünya nüfusunun geri kalanı. Yüzde 1, 30 yıldır halka sinsice, gizlice saldırıyordu. Bu gizli saldırıyı açığa çıkarmak için tarihin en büyük finansal krizlerinden biri gerekiyordu. Sonuç olarak kesinlikle şiddet içermeyen bir mücadele yolunu seçmiş olsak da kendimizi bir savaşın içinde bulduk. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta güzelce betimlediği gibi, savaşa katılanlar ilk başta kendilerini bir ‘savaş sisi’nin içinde bulurlar. Bu süreçte düşman kuvvetlerinin, kendi güçlerinin ne boyutlarda olduğu ve dünyanın geleceği belirsizdir.

BİR DEVRİMİN YANSIMALARI

Bütün bu küresel hareketlere bir perspektiften bakabilmemiz lazım. Bir adım geri çekilip geçen yıl başlayan isyanları uzamsal ve geçici bağlamda değerlendirebilmemiz, yani bugün olan bitenin küresel ve tarihsel boyutlarda nereye düştüğünü anlamamız lazım. Bu süreçte neslimizin sesini yükseltmenin yanı sıra günümüzün hızla değişen dünyasındaki kakofoniden bir anlam süzebilmeyi hedeflemeliyiz.

Rosa Luxemburg “bir insanın yapabileceği en devrimci şey olan biteni bütün sesiyle haykırmaktır” demişti. Ama aşırı sayıda uluslararası olayla karşılaştığımız günümüzde, olan biteni haykırmanın yanı sıra alakasız gözüken küresel olayların arasındaki bağlantıyı kurmak da bir o kadar önemli. Küresel krizi 2010 sonunda Tunus’ta Mohamed Bouazizi’nin kendini ateşe vererek Arap Baharı’nı başlatmasına bağlayan şey neydi? Peki ya başarılı bir şekilde televizyonlara yansıyan Mısır Devrimi’ni İspanya ve Yunanistan’daki gerçek demokrasi hareketlerine bağlayan şey? Nasıl oluyor da Afrika’daki milyonlarca küçük çiftçinin kaderi Wall Street’teki bir avuç yatırım bankacısının vahşi spekülasyonlarına bağlı oluyor? Acaba küresel işgal hareketleri bunun ne kadarını değiştirebilir?

Kimse ‘İspanyol Devrimi’ni beklemiyor

Burada bu soruların cevabını arayacak, küresel kapitalizm, Arap Baharı, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki hareketler arasındaki noktaları birleştirerek ana temaya ulaşmaya çalışacağım: 21. yüzyılda devrim kelimesinin anlamı. Günümüzde devrim nedir, nasıl olur, neye devrim denilebilir? Mısır’da geçen yıl yaşananlar gerçekten bir devrim sayılabilir mi? Geçen yıl Puerta del Sol işgal edildiği zaman “kimse İspanyol devrimini beklemiyor” pankartını taşıyanlar nostalji duygusuyla geçmişe bakan insanlar mıydı, yoksa günümüzdeki neslin devrim arzusunda bir gerçeklik bulunabilir mi?

BİRLİKTE YARATIM SÜRECİ OLARAK DEVRİM

Cevaplar ne olursa olsun geçen yılki olaylar bize, devrimin bir tiranı devirmek veya devlet gücünü ele geçirmek gibi bir olaya indirgenemeyeceğini öğretti. Devrimler doğaları gereği birer süreçtir. Yıllar, bazen onyıllar boyunca vuku bulur ve tarihi süreçlerin karmaşık ağı ile küresel karşılıklı bağlantılardan yükselir. Kendini hem dışsal olarak belli eder (sokaklarda ve meydanlarda) hem de içsel olarak (kitleleri oluşturan bireylerin kalplerinde ve zihinlerinde).

Bir tiranı devirmek için meydanlarda bir araya gelen insanların çokluğu siyasal ve duygusal semboller açısından mühim unsurlar taşıyabilir. Lâkin bizim mücadelemiz tek bir öfke patlaması veya belli kurumların ele geçirilmesinden öteye geçebilmeli. Mücadele öncelikle her birimizin içinde olmalı, dünya görüşlerimizi radikalleştirirken bizi harekete geçmemiz için tetiklemeli. Oradan da kolektif bilincimize ve devrimi gerçekleştirmek istediğimiz toplumsal dokuya yayılmalı.

Başka bir şekilde ifade edecek olursak, mücadelemiz bir diktatörden veya tasarruf paketinden yükselmekten daha önemli. İçinde bulunduğumuz kötü durumun ana nedenleri sistemin semptomlarında değil, özünde yatmaktadır. Savaşmaya çalıştığımız baskı ve mahrumiyet düzenini yeniden üretmek için komplolar kuran şey bir yanda küresel olarak entegre olmuş bir pazardan, diğer yanda da birbiriyle rekabet eden bir dizi dağınık ulus devletten oluşan bir dünya sisteminin içsel çelişkileridir. Gerçekten Varolan Sosyalizmin neredeyse bütün örneklerinin bariz bir şekilde çökmesinin de gösterdiği gibi devlet gücünü ele geçirmek de küresel pazarı dengelemeye yetmeyecektir. Bir ülke ile sınırlı kalan devrim çökmeye mahkûmdur. Gerçek bir devrimi hayata geçirmek için sınırların ötesinde beraber hareket edip küresel bir değişim için birleşmeliyiz. Daha da önemlisi, hakiki bir devrim için ulus devlet, temsili demokrasi, özel sektör tarafından kontrol edilen para arzı gibi eski dünya kurumları ve uygulamalarını yenileriyle değiştirmemiz gerekir.

Bu da küresel taban hareketleri ile yeni bir dünya inşa etmeyi gerektirir. Kulağa imkansız gelen böyle bir başarıya ulaşmak için cesur olmalıyız. Sabırlı, yaratıcı olmalı ve işbirliğinde bulunmalıyız. Ama hepsinden önemlisi ısrarcı ve azimli olmalıyız. İç çatışmalara, dış baskılara karşı dirençli olmalıyız. Ve her şeyden önce vermemiz gereken mücadelenin aşırı zorluğu karşısında sebatlı olmalıyız. Kısa vadede kolay getiriler elde edemeyeceğiz. Kısa vadede somut sonuçlar elde edemeyecek olsak da bu, ulaşmak için savaştığımız hedeflerin mücadeleye değmeyeceği anlamına gelmez. İçinde bulunduğumuz bu hareket devrimci sürecin sadece başlangıcı – bu mücadeleyi bıkmadan sürdürmek bizim sorumluluğumuz.

Günümüzde devrimci olmak neyle karşılaşacağımızı bilmeden derin sulara dalmaktır. Ama devrimci olmak aynı zamanda bir söz vermektir – hedefimize ulaşıp başka bir dünyanın gerçekten mümkün olduğunu gösterene kadar pes etmemek için bir söz.

KÜRESEL KAPİTALİZMİN KRİZİ

Wall Street’in simgesi boğa heykelinin önünde “açgözlülük öldürür” pankartlarıyla protestocular

Lâkin küresel bir devrimden bahsetmeden önce krizin nedenlerini ve günümüz toplumlarındaki birikmiş öfkenin derin kaynaklarını anlamamız lazım. Karşımızdaki düşmanı anlayabilmemiz için öncelikle mücadelemizin ortaya çıktığı tarihsel ve küresel bağlamı anlamamız şart.

Günümüzdeki isyanlar ve kriz bağlantısızmış gibi gözükse de aslında ikisi de çok büyük ve çok daha ciddi bir sorunun belirtileridir: Küresel kapitalist sistemin çekirdeğinin çökmesi. Bu ne sadece finansal sistemin krizi ne de sadece neo-liberalizmin. Bu kriz, küresel sistemin varoluşsal bir krizi. Modern dünyada medyadan gelen üç ana krizden biri.

Çoğu insan bu krizin ne kadar ciddi olabileceğinin farkında değildi. Oysa 2008’de kriz başladığında, Lehman Brothers’ın çöküşü ile birlikte ATM’den para çekemeyeceğimiz, paranın geçerliliğini yitirdiği bir durum sadece günler, belki de saatler uzağımızdaydı. Büyük Buhran’dan beri en kötü günleri yaşadık, ve krizden kurtulmaktan hâlâ çok uzağız.

Finansal kriz şimdiye kadar ulusal borç krizlerine yol açtı. Artık küresel ekonomideki tek zayıf halka ABD değil, aynı zamanda Avrupa ekonomileri de sarsılıyor. Avro-bölgesinin dağılmanın kıyısına gelmesi ile borç krizi kitlesel toplumsal krizlere neden oldu. Finans sektöründeki efendileri için çalışan neo-liberal elitler kıta çapında sosyal refah devletini yıkmaya, topluma sunulan hizmetleri kudurmuşçasına kısmaya başladılar. Bunun karşılığında temsiliyete dair siyasal bir kriz ve temsili demokrasinin meşruiyetine dair devasa bir kriz ortaya çıktı. Yunanistan’daki seçimde de bunu gördük. Diktatörlüğün yıkılmasından beri ilk defa bir neo-nazi parti meclise girdi. Daha iyi bir haber olarak da radikal sol partilerden oluşan bir koalisyonun seçimden ikinci çıktığını söyleyebiliriz.

Buradan da anlayabiliriz ki kriz, insanların nelerin tehlikede olduğunu farketmesini sağladı. Karşı konulamaz tasarruf politikaları hareket ettirilemez bir obje olan kitlesel direnişle çarpıştı ve böylece siyasal elitlerin bağlılıkları ve sadakatlerinin neye, kime olduğunu gözler önüne serdi. Kendilerine sosyalist de deseler, muhafazakar da deseler siyasetçilerin sadece piyasaların ve Brüksel’deki teknokratların diktasını dinledikleri anlaşıldı. Demokratik prensipler yok sayıldı, olağanüstü hal durumu bütün kıtaya hükmetti ve seçilmemiş banker hükümetleri İtalya ve Yunanistan’da iktidara getirildi. Avrupa ekonomisinin merkezinde yer alan siyasetçiler, borçla kıvranan çevre ekonomilerin içişlerine karışmaya başladılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Avrupa demokrasisi böylesine varoluşsal tehdit yaşamamıştı. Neo-liberal elitler sendikalara ve toplu sözleşme haklarına eşi benzeri görülmemiş bir saldırıda bulundu. Ama neo-liberalizm ve genel olarak kapitalizm tarihine aşina olanlar için bütün bunlar bir sürpriz değildi.

Neo-liberal elitler tarih boyunca krizleri “fırsat”a çevirmişti. 1982 Meksika borç krizinde halkın geliri yüzde 25-30 arası azaldı. Güney-Doğu Asya’daki krizde 1997-1999 yılları arasında 60 milyon yeni işsiz ortaya çıkarken Tayland ve Endonezya gibi ülkelerin 1996’daki ortalama gelirine ulaşması 8 yılı buldu. 2002 Arjantin krizi sırasında halkın yarısı yoksulluk sınırının altına itildi. Bugün de İspanya’da 25 yaş altı gençlerin yarısı işsiz, Yunanistan’da her hafta 1.200 insan işsiz kalıyor. Yunanistan ve İtalya’da intihar oranları sıçradı. Bütün bunlara bakınca bu halkların isyan etmesi şaşırtıcı gelmiyor.

Burada sadece yakın tarihten örnekler vermemize gerek yok. Karl Marx “ulusal borçların artması borsada kumar oynamayı ve modern bankacılık düzenini besler” diyordu. Bankacılık düzeni tam da bizim kendimizi içinde bulduğumuz düzen: Dünyadaki para arzının yüzde 97’sini kontrol eden az sayıda oligopol bankacı, bir takım hamlelerin ardından geniş yapısal güçlere sahip oldu.

Dünya ekonomisi ve ulusal hükümetler finans kapitalin ritmiyle hareket ediyorlar. Geçtiğimiz 30 yıl boyunca ucuz borçlanma sayesinde bu durum mümkündü. Böylece orta sınıfı ekonomik küreselleşmeden faydalandıklarına inandırabiliyorlardı. Orta sınıf ancak borçlanma temelli ekonominin günümüzdeki çöküşünün ardından, evinden atıldığı ve işsiz kaldığı zaman anladı bu düzenin özünü. O zaman insanlar sorgulamaya başladı. Oysa güç sahipleri, halkın sorgulamasından hoşlanmazlar.

Neo-liberal sistemde devletin kaçınılmaz rolünü en güzel anlatan kişi, 1995’te Zapatista Ulusal Özgürlük Ordusu’nun sözcüsü Subcommandante Marcos olmuştu: “Küreselleşme kabaresinde devlet bir striptizcidir. Sahip olduğu bütün karakteristiklerini üzerinden çıkarıp atar, ta ki geriye çıplak özü kalana kadar: baskıcı gücü”

Tunus’taki Bin Ali karşıtı protestolar

KÜRESEL DEVRİMCİ DALGA

Geçen yıl Kuzey Afrika’dan dünyaya yayılan isyanlar ve devrimler Mohamed Bouazizi’nin kendini ateşe vermesiyle başlamıştı. 26 yaşındaki Mohamed gayet politize bir insandı. Ama ekonomik yoksunluk ve toplumsal dışlanma onu umutsuzluğun sınırlarına taşımıştı. Devlet görevlileri tarafından hakarete uğrayıp, küçük düşürülünce belediye başkanı ile görüşmeyi talep etmiş, reddedilince de önce Arap Baharı, ardından da 2011 Küresel Devrimci Dalgasını başlatacak kıvılcımı çakmıştı.

Batı liderleri önce bu isyanlara kayıtsız kaldı. Hatta Fransa Tunus’a askeri yardım teklif etti. Ancak Tunus’ta Ben Ali devrildiği zaman anladı Batı, halkın gücüne karşı koyamayacağını.

Bunun ardından hemen yeni bir anlatı inşa edildi. İsyanlar, özgürlük ve demokrasi isteyen liberal çağrılar gibi betimlendi. New York Times ve CNN’in anlatısı, Sovyet rejiminin ardından Doğu Avrupa’da çıkan isyanlardaki anlatıyı andırıyordu. Neo-liberal batı için Arap Baharı Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinin kusursuz bir tesciliydi. “Araplar bizim sahip olduğumuz şeyi istiyordu: Küresel pazarla bütünleşmiş liberal bir demokrasi”

Oysa Arap devrimcilerinin gerçekte söylediklerine bakanlar, onların vahşi ve hesap sorulamaz diktatörlerine isyan ettiği kadar Batı emperyalizmine ve dengesiz ekonomik liberalleşmeye karşı da isyan ettiğini göreceklerdi.

Mısır’daki Tahrir Meydanı’nda halk nasıl örgütlendi?

Aynen Tunus’taki gibi, Mısır’daki isyan da 30 yıllık neo-liberal reformların bir sonucunda vuku buldu. Mısır, 1982-1990 yılları arasında ulusal borç krizi içindeydi – aynen günümüz Güney Avrupası gibi. IMF’den borç almak zorunda kaldığındaysa IMF onlara sert bir “yapısal reform paketi” dayattı. Monthly Review’a göre “IMF hükümete toplumsal hizmetlerde kesinti, fiyatlarda serbestlik, sübvansiyonlarda kısıntı, sermaye akışında serbestlik ve özel sektörde denetimsizliği dayattı”. Bütün bunların sonucunda toplumsal eşitsizlik, iş güvencesizliği ve gençler arası işsizlik katlanarak arttı.

Bu yüzden Mübarek karşıtı ayaklanmayı başlatanların serbest piyasa ve liberal demokrasi destekçileri yerine ülkedeki eşitsizliği dert edinen bir grup aktivist olması sürpriz değil. Batı medyası Mısır devriminin 25 Ocak’ta başladığını söylese de aslında bu örgütlü direniş süreci 6 Nisan 2008’de endüstri şehri El-Mahalla El-Kubra’daki greve kadar geri gidiyor. Bu grevde bir araya gelen insanların oluşturduğu, devrimci sosyalist ve anarşistlerden oluşan 6 Nisan Gençlik Hareketi, Mübarek’i deviren lidersiz isyanda kilit bir role sahip olacaktı.

Bu nedenle Mısır isyanı devrimin tekil bir olay değil, tanımı gereği uzun bir süreç olduğunun en güzel örneğidir. Mısır’ın devrimci süreci bugün hâlâ sokaklarda devam ediyor.

Mayıs ayının başında Savunma Bakanlığı önünde askeri rejime isyan eden protestocular “rejimin düşmesini istiyoruz” diyorlardı. Çünkü Mübarek gitse de neo-liberal düzen halen yerinde. Dahası ordu da Mübarek’i aratmayarak bir yıl içinde 12 bin protestocuyu askeri mahkemelerde yargılayıp hapse attı, yüzlercesini de çatışmalarda öldürdü.

2011’de Puerto del Sol işte böyleydi

15 Mayıs 2011’de Arap Baharı’nın uyandırdığı öfke dalgası Akdeniz’i aşarak Avrupa’nın huzursuz kıyılarına ulaştı. İspanya’da bir grup aktivist, sanatçı ve entelektüel tarafından örgütlenen devasa yürüyüşün ardından bir grup protestocu Puerta del Sol’ü işgal etmeye karar verdi. “Bunun ardından olacakları hiçbirimiz tahmin etmiyorduk” diye anlatıyorlar. Bu meydandaki işgal, Avrupa ve Kuzey Amerika’da aylarca sürecek meydan işgallerinin tetikleyicisi oldu.

Bütün bu isyanlar arasındaki bağlantıyı kurabilmek çok önemli. Çünkü bunların hiçbiri izole olaylar değil. Karşımızdaki sorun küresel sistemin özüne dair bir sorun: Baskı altındaki Araplardan ile işsiz Avrupalılara; Şilili öğrencilerden Nijeryalı balıkçılara; ABD’li işçilerden Çinli köylülere kadar hepimiz küresel kapitalizmin yapısal krizinin kurbanıyız.

Ekonomik çöküşün en yoğun hissedildiği yerlerden biri olan Yunanistan’da halk çözüm umuduyla kandırılarak uyguladığı kemer sıkma politikalarının ardından gelirinin yüzde 20’sini kaybetti, işsizlik yüzde 20’leri aştı ve bir çözüm de bulunamadı. Avrupa’da insan onuru, sosyal dayanışma ve demokratik meşruiyetin Yunanistan kadar ayaklar altına alındığı başka bir ülke yok. Siyasetçilere verdiği paraları Yunan halkının cebinden tekrar almaya çalışan IMF ve AB, ülkenin hükümetini seçilmemiş bir teknokrat hükümetiyle değiştirecek kadar ileri gitti. Dikkatleri çeken ama medyanın hiç bahsetmediği bir gerçek ise teknokrat hükümeti ile başbakan olan Papademos’un, Yunan Merkez Bankası’nın Goldman Sachs ile bir anlaşma yaparak daha fazla borç alabilmek için devasa kamu borcunu yarı-legal finansal işlemler sayesinde sakladığı dönemde  Yunan Merkez Bankası’nın başında olmasıydı.

Yunanistan’daki Syntagma Meydanı

25 Mayıs 2011’de Yunan halkı İspanya’daki öfkeliler hareketinin ayak izlerini takip ederek Atina’nın merkezinde bulunan Syntagma Meydanı’nı işgal etti. Halk o meydanda kemer sıkma paketinin iptal edilmesi, yabancı bankerler tarafından yönetilen teknokrat hükümetinin lağvedilmesini ve doğrudan demokrasi sistemine geçilmesini talep etti. Bu mücadeleye katkıda bulunan arkadaşlarımız tarafından hazırlanan, demokratik değerlerin kökünden sorunlu ekonomik düzen uğruna nasıl çiğnendiğini anlatan videoyu şuradan izleyebilirsiniz:

Bu olaylardan sadece birkaç ay sonra devrimci ateş küresel sistemin çekirdek ülkelerine de yayılmıştı. 2011 yazında arkadaşlarımız Wall Street işgali için çağrılar yapmaya başladı ve 17 Eylül’de binlerce insan bankalara karşı Wall Street’teki Zucotti Parkını işgal etti. Bu, Vietnam Savaşı’ndan beri ABD’deki en büyük toplumsal hareketti. İşgal hareketi sadece birkaç hafta içinde işgal ABD’deki siyasi söylemi şekillendirdi. Kriz başladığından beri sadece bütçe aşığı ve ABD’nin kredi notu gibi makroekonomik verileri tartışan ABD medyası, halkın sesini duyurmak zorunda kaldı.

İspanyol öfkeliler

Ama 2011’in devrimci dalgası 15 Ekim’de İspanya’daki öfkelilerin çağrısı ile gerçekleşen küresel eylem gününe kadar doruğa ulaşmayacaktı. Dünyanın dört bir yanında sınırları aşan eylemler dünya tarihinin en büyük uluslararası eylemiydi. Tabi ki 2000’li yılların başında Irak işgali karşıtı eylemleri unutmadık, ama onlar spesifik bir konuya karşı yapılan ve işgal başladıktan sonra biten eylemlerdi. Oysa 15 Ekim’de tarihte bir ilk gerçekleşti ve 82 ülkede binden fazla şehirde milyonlarca insan sadece bir politika değişikliği için değil, sistemin özünün değiştirilmesi talebiyle sokaklara çıktı. “Küresel değişim için birleştik” pankartları altında iktidardakilerden bir talepte bulunulmazken sadece güçlü bir mesaj verildi: “Dikkate almanız gereken bir güç haline geldik!”

Bu bir kriz değil – bu sistemin kendisi

15 Ekim, bize mücadelemizin kesinlikle küresel bir mücadele olduğunu gösterdi. Lâkin ana akım medya bizim sadece küresel finansal kriz yüzünden sokaklarda olduğumuzu ilan etse de biz bu noktada perspektifimizi kaybetmeyi göze alamazdık. İspanyol öfkelilerinin bir sloganını çok seviyorum: “Bu bir kriz değil – bu sistemin kendisi”. Biz krizi değil, kaçınılmak olarak krizler yaratmaya mahkûm bu sistemin kendisini protesto ediyoruz. Bu sistem özünden hatalı olmasaydı çevreye bu kadar zarar verip milyonlarca türün yokolmasına neden olur muydu? Doğal kaynakları tüketip iklimi değiştirir miydi? Toplumsal eşitsizliği büyütüp, ayrıcalıklı bir kesimin yaşadığı güvenlikli sitelerin hemen yanında milyonlarca kişinin yaşadığı gecekondu kentleri yaratır mıydı? Eğitim, sanat ve kültürü metalaştırıp insanları yabancılaşma, depresyon ve umutsuzluğa mahkum eder miydi? Bu liste sonsuza kadar uzatılabilir. Bu trajediler sadece krizin en yoğun olduğu avro-bölgesinde değil dünyanın dört bir yanında yaşanıyor. Bunun en güzel kanıtı Şili’den İsrail’e, Çin’den Nijerya’ya kadar insanların aynı taleplerle sokağa dökülmesiydi.

Camila Vallejo

Örneğin Şili, uzun zamandır Latin Amerika’nın en hızlı büyüyen ekonomisi. Kişi başı milli geliri kıtanın en yükseği. Lâkin geçen Mayıs ayından itibaren Şili, Pinovhet diktatörlüğünün yıkılmasından beri en büyük protestolara sahne oldu. Yüzbinlerce öğrenci ve genç sokakları ele geçirerek parasız ve kaliteli eğitim talep etti.

Şili’deki öğrenci hareketinin liderlerinden Camila Vallejo ile tanışma imkânı buldum bu yılın başında Roma’da. Üyesi olduğu Komünist Parti’nin hiyerarşik yapısını ve 20. yüzyıl sembolizmini kendime yakın bulmasam da Camila ile konuştuğumda finansal krizden etkilenmeyen Şili’de gerçekleşen bu büyük eylemlerin de aynı hedefe, küresel kapitalizm sisteminin sorunlu özüne saldırdığını bir kere daha anladım.

Pazar ekonomisinin insanlık dışı mantığının her alana tesir ettiği Şili’de üniversitelerin özeleştirilmesi ile birlikte öğrenim ücretleri öyle yüksek seviyeye gelmişti ki çoğu aile çocuklarının eğitim görebilmesi için çok büyük krediler almak zorunda kalmış, geliri düşük aileler çocuklarını okutamaz olmuştu. 1970’lerde Chicago Okulu’nun neo-liberal deney faresi haline getirilen bu ülke artık OECD ülkeleri arasında en fazla eşitsizliğe sahip. Ama sadece büyüme rakamları ve kişi başı ortalama gelire bakıldığında bunların hiçbiri gözükmüyor

İsrail tarihinin en büyük eylemi

“Gelişen ekonomiler” denen ülkeler de protestolarla sarsıldı. Mesela İsrail, onyıllardır istikrarlı bir şekilde büyüyen bir ülke. Ancak 20 yıldır yapılan neo-liberal reformlar sonucunda İsrail’de de para, çok ufak bir azınlığın elinde toplandı. Aslında İsrail ekonomisinin büyümesi demek, bu azınlığın elindeki paranın büyümesi anlamına geliyordu. Böylece İsrail en yüksek yoksulluk oranına sahip ülkelerden biri haline geldi; Şili ve ABD’nin ardından üçüncü sıraya oturdu.

Ve sonunda ev fiyatlarını karşılayamayan halk geçen yaz sokağa döküldü. Bunlar İsrail tarihinin en büyük eylemleriydi. Haaretz gazetesi, yarım milyon insanın isyanını “30 yıldır uygulanan aşırı neo-liberalizme karşı orta sınıfın patlaması” olarak anlatıyordu.

Çin’deki Wukan eylemleri

Benzer olaylar bambaşka bir coğrafya’da yer alan Çin ve Nijerya’da da gerçekleşti. Çin’de Wukan köylüleri ayaklanıp arsa tüccarlarının komün tarlasına en koymasını engelledi. Öfkeli kitle, parti yetkililerini de bir süreliğine köyden uzaklaştırarak kendini yöneten bir komün kurmayı başardı. Dahası bu, ülkedeki binlerce köylü ayaklanmasından biriydi. Nankai Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre sadece 2009 yılında 90 bin benzer ayaklanma yaşanmıştı Çin’de.

Nijerya’da ise halk kitlesel bir gösteri ile küresel kapitalizm, petrol şirketleri ve bunlarla içiçe geçmiş yolsuzluğu protesto etmişti. Nijerya, petrol ve gaz arzında önemli bir ülke olduğu için kapitalist pisliğin gözler önüne serildiği ülkelerden biri aynı zamanda. Shell gibi ülkeler yöneticilere rüşvet verip vergi kaçırarak, örgütlenen işçileri öldürmek için terörist örgütlerle anlaşarak ve Nijer deltasını petrol sızıntılarıyla kirleterek kapitalizmin neleri umursayıp neleri umursamadığını göstermişti bu ülkede.

2011 Nijerya protestolarından bir kare

Petrol şirketleri Nijerya’dan ham petrolü ithal edip rafine ettikten sonra ülkeye geri satarak Nijerya’nın dışarı borçlanmasına yol açmışlardı. Nijerya ekonomisinin muazzam büyümesinden ufak bir pay bile alamayan halkın çoğunluğu günde 2 dolardan az kazanıyor (aylık yaklaşık 100 TL). Bunun üzerine halkın temel ihtiyaçlarının fiyatları Wall Street’teki spekülatörler yüzünden yükselince, geçen yılki büyük protestolarla halk bu düzene isyan etti. Nijerya’da halkın neo-sömürgecilikten çektiklerini Nijerya kökenli Almanyalı sanatçı Nneka bu şarkıda anlatıyor:

UFUKTA BELİREN ÜTOPYA

2. Dünya Savaşı’nın eşiğinde faşizmin karanlık güçleri kıta üzerinde gezerken İtalyan filozof ve devrimci Antonio Gramsci, Musollini’nin zindanlarındayken güçlü bir gözlemi kağıda aktarmıştı. “Eski dünya ölüyor” demişti “ve yeni mücadeleler doğuyor”. Günümüzde Plaza Catalunya ve Puerta del Sol’ü işgal eden kitle, bir çağrıyla tekrardan bu meydanları işgal edebiliyor. Bu meydanların bir dahaki işgalinde ortaya nelerin çıkacağını her seferinde merakla bekliyoruz. Kesin olarak bildiğimiz tek şey dünya çapındaki meydanlarda gerçekleşen bu işgaller ve orada ortaya çıkan komünler bizi bekleyen dünyanın bir anlık görüntüsüydü. Eğer böyle bir dünyaya ulaşmak için mücadele etmekte kararlıysak…

Sol, Syntagma ve Zucotti gibi meydanların işgali, ufak ütopyalardan oluşan küresel bir ağ gibiydi. Onlar gelecekten birer fısıltıydı; yaratmak istediğimiz toplumun birer yansıması. Toplulukları etkileyen kararların topluluk tarafından kolektif bir şekilde alındığı, partilere ve liderlere ihtiyaç duymayan bir toplum. Ücretli köleliğe ve işsizliğe yer olmayan, istediği türden bir işte çalışıp açgözlülüğüne göre değil ihtiyacına göre ödüllendireceği bir dünya. Kendini yatay olarak örgütlenmiş bir federasyon üzerine temellendiren, siyasal temsiliyete ve hiyerarşik güç yapılarına gerek duymadan kendini örgütleyebilen bir topluluk. Bireyleri atomize etmek yerine topluluk fikrini besleyen, huzura ve başarıya ulaşma potansiyellerini gerçekleştirmek isteyen bireyleri sınırlandırmadan onlara aidiyet hissi sunan bir toplum. Kültür ve yaratıcılığı, diğerkâm ve dayanışmayı yücelten bir toplum. İşte Sol, Syntagma ve Plaza Catalunya’da yükselmeye başlayan dünya böyle bir yer – bize umut veren vizyon da bu. O meydanlarda bulunmamış insanlara bu inandırıcı gelmeyebilir, ama inanmayanlara ancak o işgallere katılıp bunu deneyimlemelerini söyleyebilirim.

Bazıları idealize edilmiş bir toplum vizyonu peşinde koştuğumuz için bize hayalperest diyebilir, ama biz onlardan daha iyisini biliyoryuz. Yunan direniş kahramanı ve tasarruf karşıtı kampanya yürüten Manolis Glezos’un geçen ay Atina’da söylediği gibi “ilki inşa edilmeden önce gemi bir ütopyaydı; icat edilmeden önce uçak, yörüngeye gönderilmeden önce uydular birer ütopyaydı. Kimse bu ütopyaların gerçek olabileceğine inanmıyordu – ta ki gereklilik bu ütopyaları gerçek kılana dek”. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun da şairane bir dille anlattığı gibi “ütopya ufukta belirdi. Ama benim ileriye, ona doğru attığım her adımda o da benden bir adım uzaklaşıyor. Ulaşamayacaksak neye yarar ütopya? Bizi sürekli ilerlemek için motive etmeye.”

Gençliğimizden beri bize bir alternatifin olmadığı, tarihin sonunda olduğumuz anlatıldı. Ama günümüzde sistemin sıradan insanları devrimci olmaya ittiğini görünce artık tarihin sonunda değil kıyısında olduğumuzu anlıyoruz.

Hareketimizin tarihteki özgün yerinin farkına varmamız lazım. Bu işgal hareketleri sadece bir başlangıçtı. Yarın sabah bütün meydanları tekrar işgal etsek bile kamplar zamanla solmaya mahkûm olacaktır. Manolis Glezos’un geçen ay Atina’da söylediği gibi Syntagma Meydanı’ndaki işgalcileri polisin dağıtması iyi bir şeydi, çünkü şimdi hepsi mahallelerine geri döndü. Snytagma’da gördüğümüz şey doğurdan demokrasi değildi; doğrudan demokrasiye ulaşmak için ders çıkarmamız gereken bir olaydı. İşgalin bitmesiyle oradaki insanlar evlerine döndü ve orada öğrendiklerini günlük hayatta uygulamaya, çevrelerine yaymaya başladı. Diğer bir aktivisitin, Konstantinos’un sözleri işgallerin bitmesinin etkisini çok güzel anlatıyor: “Bir ağaç hayal edin. Yam da meyvelerini verirken kökünden kesilen bu ağaç için üzülmeye gerek yok, çünkü bu ağacın tohumları soğuk kış rüzgarlarıyla Yunanistan’ın her köyüne yayıldı. Syntagma ölmedi – yayıldı.”

Sonsuz mücadelemizi sürdürebilmek için bu küresel ve tarihi perspektifi aklımızın bir köşesinde tutmalıyız. 15. Yüzyılda Floransa, Venedik ve Cenevizli tüccarlar ile bankerler, kilise ve aristokrasiye meydan okumaya başladıklarında tarihi bir sürecin, 500 yüz yıl sonra doruğa ulaşarak küresel kapitalizmi yaratacak bir sürecin tam da kıyısında olduklarının farkında değillerdi. Mamafih büyük devrimler gerçekleştirerek, bugün değiştirmeye çalıştığımız sistemin yaratılmasına katkıda bulundular. Tolstoy’un ‘savaş sisi’nden çıkarak öncüllerimize bakmalı ve bize bıraktıkları sistemi en başında nasıl yarattıklarına bakmamız lazım. Sonrasında biz de doğrudan demokrasi, yatay karar verme mekanizmaları, öz-örgütlülük ve dayanışmadan öğrendiğimiz dersleri uygulayarak kendi kurumlarımızı oluşturabiliriz.

Kimi zaman bu perspektifi kaybedip kendimizden şüphe duyabiliriz. Belki heyecana kapılıp dünyanın hemen yarın değişmesini bekleyebilir veya karamsarlığa kapılıp dünyanın hiçbir şekilde değiştirilemeyeceğini düşünebiliriz. Ama en kasvetli zamanlarda bile; emeklerimizin karşılığının gelmeyeceğini düşündüğümüzde; devlet, ve sermayenin baskı araçları bizi botları altında ezecekmiş gibi gözüktüğünde; iç bölünmelerle yokolayazdığımızda; daha iyi bir dünya yaratma fikri çok ütopyacı ve Don Kişotvari geldiğinde; hatta bütün umudumuzu yitirip bu onurlu mücadeleyi tamamen bırakmayı düşündüğümüzde bile her birimizin bu mücadelede bir rolü ve görevi olduğunu unutmamalıyız.

Bu küresel devrimde hepimize yer var. Hiçbirimiz tek başımıza zafer kazanamayız. Hatta aramızdan bazıları bu uzun mücadelenin sonunu göremeyecek kadar yaşayamayabilir. Ama mücadeleye devam ettiğimiz sürece, akşam yatağa yatarken her birimizin bu dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için elinden gelen herşeyi sonuna kadar yaptığımızı bilerek koyacağız başımızı yastığa. Ve böylece her sabah yeni bir güne gözlerimizi açtığımızda hepimiz aynaya bakıp bu tarihi mücadelenin bir parçası olduğumuz için gurur duyabiliriz.

About onurerem

journalist @ birgün newspaper. twitter.com/onurerem
Bu yazı Çeviri içinde yayınlandı ve , , , , , , , , , , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s